Oturalı beş dakikadan fazla değildi. Yanımda taşıdığım acı limon yeşili çantadan bir sigara çıkarıp, dudaklarıma kıstırdım. Çakmağı aramak için, çantanın ekseri tütün ve bir sürü zamazingo dolu dibini yokladım. Çıkarıp yaktım. Acı limon yeşili çantanın fermuarını çekerken, çevreme bakındım. Şehrin işlek caddelerinden birinin hemen kıyısındaki bir limon ağacının, dibini dört tarafından çevirmiş koyu yeşil boyalı; alışverişten yorulanların, yaşlı adamların, civardaki seyyar bakışlı satıcıların [ekose gömlek giymiş bir şemsiyeci, beyaz göbekli bir sigaracı, ilerdeki büfenin gençten yamağı] ve en mühimi birini bekleyenlerin soluklandığı bank benzeri bir yerde oturuyordum. Ağaç, bank, çanta yeşili kamuflaj üçgeninde kolayca kendimi unutturabileceğimi düşündüğümden olacak, otururken hiç tereddüt etmemiştim. Kulağımda, vapurlar’ın megafonundan duyulan «sen kimsin?» nağmesi, acılı musakka gibi bir alçalıp, bir yükselirken: …ve gemi gidiyor’du. Önümden geçen kalabalık gel-gitli bir nicelik arz ediyor, kaplumbağanın bağası yavaş yavaş kırılıyordu. Kıyısında durduğum, hafif yokuş işlek caddeden arabalar, iş çıkışının gazını egzozlarından dışarı salıyordu. Gelen geçene aralarından birini bekliyormuş gibi bakıyordum. Bekliyordum.