Sabahın fersiz ışığı griye boyamış sokakları. Şöyle güzel, pırıltılı bir güneş olsa, sokaklar pembe-sarı görünse! Kaldırım kenarında üç dört kedi dedikodu yapıyor. Tüh! El arabası: gıcııır, gırç!.. Kaçıştılar her biri bir yana. Tam da en heyecanlı yerindeyken! Şişman hanım balkondan çarşaf silkeliyor. Göz ucuyla bu yana bakıyor. Doğru. Ne ayıp! Aylardır silinmez mi bir pencere? Perdem de temiz sayılmaz. Ya şu bakışına ne demeli şimdi! Bu kadar da olmaz ki! Dikiyorsun gözünü. Ötekine. Daha küçük olana. Güneye bakana. Kırık, evet. Tüm kışı böyle geçirdim. Gazete kaplı. Böylesi, camlısından daha iyi. Okuyorum arada bir. Can sıkıntısına iyi geliyor.
Rüzgârın gıdıkladığı kol altlarım. Leş gibi. Ter. Tenimde. Yosun kokusu. Yakıcı. Denizde. Dans edişi rüzgârın, solunda ter, sağında yosun. Ben de girsem aranıza. Yer açsanız! Meloş’la. Tombul kolları. Boynumdan göğsüme bıraktığı. Tüm ağırlığı bedeninin. Gülümsetir yüzümü. Bir şey var, belki engeller gülüşümü: yanaklarıma sarkan göz altlarım. Halka halka. Ya da dağınık sakallarım? Batar mı gülüşüme? Acıtır mı? Meloş’un yüzünü. Cildim ne buruşuk öyle, çarşafım! Kederin telvesi. Yüzümde donan. Aynadaki siluetim: kirli bir kahve fincanı.