Kuzey Yıldızı: Toplumumuz genellikle felsefeyi yadsıyan, ona dudak büken bir tutum içinde, felsefe ile delilik arasında bağlantılar kuruluyor. Sizce bu neden kaynaklanıyor? Gerçekten de felsefe ile delilik arasında bir yakınlık var mıdır?
Oruç Aruoba: Türkçe’de «deli saçması» diye birşey vardır — gerçekten de felsefi düşünceler, uzaktan bakınca, deli saçması gibi gözükür. Toplum, sağlıklı, aklı başında bireyler topluluğuysa, bunun içinde felsefeyle uğraşmak, gönüllü olarak tımarhaneye girmek gibi birşeydir. Öte yandan, felsefe yapmak, insan beynini hiç de alışık olmadığı bir yönde pek fazla zorlar; bu yüzden, bir noktada sigortası atabilir beynin. Felsefe tarihinde sahiden çıldırmış epey düşünür vardır; zihinsel bunalım geçirmemiş düşünür ise yok gibidir.
KY: Sizce felsefenin günümüzdeki yeri nedir?
OA: Felsefenin hiçbir ‹gün’de ‹yer’i yoktur — yersizdir felsefe. İşlevi ne olmalıdır, anlamında soruyorsan; insanların kafalarını karıştırmak. Ama bu hep böyleydi; bizim ‹gün’ümüzün bir özelliği değil; çünkü insanlar —hani şu sağlıklı toplum— hep yeniden kendine sahte düzenlilikler kurar; felsefenin işi de bu düzenlere çomak sokmaktır — koyunu sürüden çıkmağa ayartmak…
KY: Türkiye’deki felsefe bölümlerinin eğitimini nasıl buluyorsunuz? Bu bağlamda felsefe okumak isteyen birine ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?
OA: «Eti nasıl buldunuz?» diye soran garsona müşterinin verdiği yanıttaki gibi: «Patateslerin arasında zorlukla»… Türkiye’de felsefe hocaları hep bir ‹dışarlıklı› akımının ‹Türkiye acentesi› oldular, yani felsefeyi ‹ithal› ettiler. ‹İthal felsefe› felsefe değildir. Tabiî ki ‹etkilenme› denen şey vardır; ama, felsefe tarihi okumaları ancak kendi düşünceleriniz için hareket noktaları oluyorsa bir işe yarar — ya da, kendi düşündüğümüz birşeyler varsa, kendinize yakın düşünürler bulursanız; yoksa, birilerinin kötü bir kopyası olarak kalırsınız. — Felsefe okumak isteyene bulunabileceğim tek tavsiye, kendisi, okumak… Yıllar önce, bir öğrencim doktora yapmak için yurtdışına gidiyordu; bana, ne yapmasını tavsiye ettiğimi sordu. Şöyle birşey dedim: «Git, kendine yakın bulduğun bir filozof bul, seç, onu ıcığına - cıcığına varasıya oku, anla, öğren; sonra da, unut.»
KY: Özgür Üniversite’de «Marx ile Nietzsche» adında bir ders vermiş olduğunuzu duyduk. Bize biraz bu dersten bahseder misiniz? Özgür Üniversite gibi oluşumlar hakkında görüşleriniz nelerdir?
OA: Marx ile Nietzsche, aynı yıllarda, ama biribirinden habersiz, çok benzer sorunlarla uğraşmış ve biribirlerini birçok bakımdan tamamlayan görüşler geliştirmişlerdir; oysa, son yüzyılda, çok ayrı, hatta karşıt akımlar içine sokuldular, akrabalıkları gözardı edildi. Bu yakınlığı anlatmaya çalıştım, o derste.
Özgür Üniversite (daha önce Bilar) gibi girişimleri önemli buluyorum; çünkü 12 Eylül’den sonra Türkiye’de üniversiteler YÖKedildi — Tapu-Kadastro Kâtipliklerine dönüştürüldü. Gençlerin ufuklarını açmak; bağımsız düşünmeyi aşılamak da, böylesine özel girişimlere kaldı.
KY: Türkçeyi felsefe dili olarak nasıl görüyorsunuz?
OA: Türkçe olağanüstü bir dildir — barındırdığı olanakları daha yeni yeni anlayıp kavrayabiliyoruz. Türkiye üzerine yaptığım bir konuşmada «esnek çelik» eğretilemesini kullanmıştım. Felsefe açısından da, gizilgüç olarak, son derece zengin bir dildir; ama, bu açıdan, pek az işlenmiş, düşünce dilegetirme olanaklarının pek azı gerçekleştirilmiştir.
KY: Felsefi düşüncelerinizi edebi ortama aktarmak için kullandığınız özel bir yöntem var mı? Kitaplarınızda edebiyat ve felsefenin yeri, ağırlığı nedir? Edebiyat-felsefe ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
OA: Öyle bir yöntemim yok, çünkü öyle bir ‹aktarma› işi yapmıyorum. Yalnızca, felsefe ile şiir arasında bir ‹kimsenin-olmayan-bölge› vardır — o bölgeye önem veriyorum ve orada ‹barınmak› istiyorum; ama bunu herzaman beceremiyorum. Bunun ‹yöntem’i —ille de bir ‹yöntem’im olsun istiyorsan— verimli bir eğretileme bulup işlemektir.
KY: Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Kitaplarınızın yazılma sürecinden bahsedebilir misiniz?
OA: Yazma konusunda ‹tarihleyebileceğim› ilk çabam Orta II yılıma geri gider. Sonradan, üniversiteye kadar, daha çok bir okur —edebiyat, özellikle de şiir okuru— oldum. Felsefeyle —hocam İoanna Kuçuradi ve Nietzsche aracılığıyla— tanıştıktan sonra yazdıklarım akademik nitelikte oldu. 1973’te başlayarak yazar olma yoluna —ürkek adımlarla— girmeğe başladım. 1979 bir dönüm noktasıdır; 1981’de de becerebileceğimi düşünmeye başladım. 1983’de akademisyenliği terk ettim. 1986 da ikinci dönüm noktasıdır — sonra yazdım…
Başlangıçta amacım hiçbirzaman ‹kitap› yazmak olmadı. Birşeyleri anlamağa çalışmak; eğri okuduğunu gördüğüm birşeylerin doğrusunu bulmağa çalışmak; birşeyi tam olarak olarak dile getirmeğe çalışmak — yazma çabam buna benzer şeyler oldu. Sonradan, yazdıklarım, kendileri bir bütün hâline geldiler ve bana bir ‹kitap› olduklarını bildirdiler — o zaman, ‹kitaplaştırdım› ben de onları… Yani, ben kitap yazmadım: kitaplarım kendilerini yazdırdılar.
KY: Kitaplarınızla okura vermek istediğiniz bir şey var mı? Varsa nedir? Bu bağlamda okurlarınızdan beklentileriniz nelerdir? Neden Oruç Aruoba okuyoruz?
OA: «Vermek istediğim» birşey yok — ama, tabiî ki, «veriyorum» — yayınladığıma göre… Pek fazla ‹beklenti› beslememeğe çalışıyorum — Nietzsche ve Wittgenstein gibi, «başkaları gelse de daha uzağa uçsa»; «başkaları gelse de daha iyisini yapsa», gibi ‹dilek’ler tabiî ki güçlü, ama bunların nasıl aldatıcı olabileceğini de biliyorum. Hele ‹hayran-okur› sahibi olmak, çekilir bir düşünce değil. Yıllardır umduğum birşey var, ama hiç olmadı — birisinin çıkıp, «Neler saçmalıyorsun hemşeri» diye başlayıp, yayınladıklarımın köküne kibrit suyu sıkması… «Neden Oruç Aruoba okuduğunuz» beni nebze kadar ilgilendirmiyor — her seferinde binlerce parça olarak çoğaltılıp kimlerin benimle neler yaptığını bilmediğim biryerlere gitmek ise sonuçlarını düşünmek bile istemediğim birşey. Üstünde «Oruç Aruoba» yazılı kaç tane nesnenin nerelerde, kimlerin elinde olduğunu düşünmeğe çalıştığımda, üzerime ürperti geliyor. «Peki, niye hâlâ gönderiyorum onları?» diye sorarsan — ne yapayım; birşeyler bitiyor, yenilerine başlarken de eskilerini ‹sistemimin dışına çıkarma’m gerekiyor.
KY: Metis Felsefe’den çıkan kitaplarınızda yazdıklarınızın ne kadarı özel, ne kadarı genel?
OA: Hepsi tümüyle özel ve hepsi tümüyle genel… Yazdıklarım, belirli durumlarda belirli şeyler üzerine düşünerek yazılmıştır; ama, yazılırken, benim ‹özne’m dışarıda tutulmuştur. Örneğin , ile’de tırnak içinde verilen sözlerin hepsi gerçek kişilerce gerçek durumlarda söylenmiş sözlerdir; ama, metinde geçen «ben» ve «sen» birer gerçek kişi değildir, çizilen gelişme de, o biçimiyle, kurmacadır.
KY: Çengelköy Defteri’nde şu sözler geçiyor: « ‹Yalnızlık ömür boyu’diyor, gerzek bir şarkıcı — ‹delice kıskansam seni›!… ‹Hep yalnızlık var sonunda —›» Bunu açıklar mısınız? Oruç Aruoba ne dinler?
OA: Yazdıklarımı açıklamak gibi bir kötü huy edinmedim. —Müzik anlamında soruyorsan, sahicilik taşıyan herşeyi dinlerim — Mozart’ı da Jethro Tull’ı da…
KY: Özlem’in karşıtı nedir?
OA: Bilmem — karşıtlıklarla düşünmek çok sınırlı durumlarda işe yarar. Örneğin «kavuşmak»la özlem ortadan kalkmaz. Kaldı ki özlem zaten kendisi bir karşıtlık içerir: orada olmayan bir kişiye yöneliktir.
KY: Modern Türk şiirini ve bunda haikunun yerini nasıl buluyorsunuz?
OA: Cumhuriyet dönemi şiiri, üç kuşak içinde, olağanüstü bir zenginliğe ulaşmıştır; Türkçesi herhangi bir ‹evrensel› şiir diliyle karşılaştırılabilir düzeydedir. Bugünlerde yazmağa başlayan dördüncü kuşağın elinde tam anlamıyla bir hazine var.
Haiku’nun uluslararası bir ‹janr› haline gelmesi — daha doğrusu, Japonca’dan başka dillerde de yazılır olması — çok yeni bir şeydir. Ama, örneğin Orhan Veli’nin geliştirdiği kara mizahlı şiirde önemli etkisi olmuş, anlaşılan — kendisi de en az iki tane haiku yazmış. Necatigil’de de, Edip Cansever’de de, haiku havası vardır. Zaten Türkçe, kısa ve derin yazmaya çok elverişli bir dildir — Nâzım’ı düşün:
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
KY: Usta - çırak ilişkisinin önemi nedir?
OA: Kant «Felsefe öğretilemez, ama felsefe yapma öğretilebilir» der. Bu anlamda, felsefe tarihinde bütün düşünürlerin bir ustası olmuştur — canlı ya da ölü… Felsefe yapma —şiir yazma gibi— öğrenilmesi gereken birşeydir; ‹kendiliğinden› olmaz. Bu yüzden kişinin önce çırak olması gerekir; sonradan, becerebilirse, kalfa, sonra da, gücü yeterse, usta…
KY: Oruç Aruoba’nın arka bahçesinde neler var?
OA: Bir Asma, bir İncir, bir de Malta Eriği var: Asma, yıllardır bakım görmediğinden, bolca yaprak veriyor, ama çok az üzüm verdi; İncir, büyük bir dalı yıkıldığı için, öleyazdı ve epey meyve verdi, ama, yazsonu, yağmur yağınca, çatlayan meyveleri sineklendi; Malta Eriği ise, İncir’in yıkılan dalının gölgesinde kalınca, hiç çiçeklenmedi bile — belki Kasım’da, İncir’in yaprakları dökülünce…
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun
Yorumlar
Yalnızca, felsefe ile şiir
Yalnızca, felsefe ile şiir arasında bir ‘kimsenin-olmayan-bölge’ vardır
en çok bu sözü sevdim…