ey aşk! nelere kadirsin... - korkut akın

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 14:28 tarihinde gönderildi

İki kişi arasındaki, ister özel ister kişisel deyin, en mahrem iletişimdir mektup. Öyle ki, taraflardan biri kabul etmezse anlatmanız bile mümkün değildir.
Bu denli kişiselliğinin arasında -özellikle edebiyatçıların kaleme aldığı mektuplar- buram buram edebiyat kokan, alabildiğine keyifli, coşkulu betiklerdir.
Buna bir de aşk mektuplarını ekleyin; bakın görün tadından yeniyor mu? Bir edebiyatçının gündelik yaşamını aktarışı, hayata bakışı, gelecek kaygıları ya da öngörüleri -önyargısız, sansürsüz, sakıncasız- sunuluyor bu mektuplarda.
Kuşkusuz, onların da ‘günün birinde basılabilir bu mektuplar› düşüncesi dönenip duruyordur kafalarının bir köşesinde. Kuşkusuz, onlar da ‘ya ele geçerse, yanarım› kaygısıyla gem vurmaya çalışıyordur ellerine kalemi aldıklarında. Kuşkusuz, aşklarıyla cinselliklerini gizliyorlardır yaşamın ‘ayrı› noktalarında. Tüm bunlara karşın, mektuplar -hele bunlar ‘aşk mektupları› ise- inanılmaz duygu yüklü, inanılmaz coşkulu, inanılmaz heyecanlı edebiyattır. Bir başka alanında da edebiyatın, yakalanması güçtür bu coşkunun, duygu yükünün ve heyecanın.

Simone de Beauvoir’ın «Aşk Mektupları» Gendaş’tan çıktı tam bir yıl önce. Bu arada, belirtmeden geçilmemesi gereken bir nokta var, sırası gelmişken aktaralım; benzer kitapların çok satmasını beklemez yayınevi. Bir coşkudur o da aynı, mektuptaki gibi… Yani, kitapçılarda bulabilirsiniz. Adı Jean Paul Sartre ile anılan (birbirlerinin «teyemmüm cüz»ü sayılırlar) Simone de Beauvoir, Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı bir seyahatte tanıdığı yazar Nelson Algren’le –biri Fransa’da, diğeri o zamana göre çok daha uzakta, ABD‹de olduğu halde- inanılmaz büyük bir aşk yaşar. Arada, Algren’in evlenmesi bile bu aşkı külleyemez.
1947’de başlayıp 1964’te sona eren Beauvoir-Algren mektuplaşmasının -ki Beauvoir’ın yazdıkları üç yüz dört adet- sadece bir tarafını okuyabiliyoruz. Her iki tarafın da ileride yayımlanabilir düşüncesiyle birbirlerinin mektuplarını sakladıklarını, Beauvoir ölümünden önce öğreniyor. Kendisinin denetiminden geçmesi koşuluyla izin verebileceğini de belirtmesine karşın biyograflar, gazeteciler, araştırmacılar, yayımlanmamış yapıt avcıları izinsiz ve korsan bir şekilde -ellerine geçenleri- yayımlıyorlar. Ancak, umut o ki, Nelson Algren’in mektupları da Beauvoir’ınkiler gibi özenli, düzenli yayımlanacak… Ama ne kadar bekleriz, orası belli değil.
Simone de Beauvoir, ilk görüşte etkilendiği Algren’e 1947’de kısa bir birlikteliğin ardından yazdığı ilk mektuplarından birinde «ilk gördüğünde âşık olduğunu» yazıyor. «Sadece emin olmak istiyordum; bildik, boş kelimeler kullanmak istemiyorum. Oysa şimdi anlıyorum, ta başından beri sana âşıktım. (…) Seninle birlikteyken zevk aşk demekti, şimdi de acı aşk demek. Aşkın her çeşidini tatmalıyız. (…) Seni söylediğimden, tahmininden çok seviyorum. Sana daha sık mektup yazacağım, sen de bana daha sık yaz. Sonsuza dek hep senin karın olarak kalacağım.» Sonraki mektubun seslenişi: «Sevgili kocacığım»dır.
Jean Paul Sartre ile birlikte çalışması, birlikte üretmesi nedeniyle hemen herkesin onunla karı-koca, sevgili olduğunu düşündüğü Beauvoir, Nelson Algren’e olan aşkına sonuna dek sadık kalacaktır. Sartre ile aralarında aşk ilişkisinin olduğuna dair tek bir sözcük bile geçmiyor ama, 1952’de genç bir hayranının kendisine kur yapmasından duyduğu mutluluğu paylaşıyor mektuplarında.
Kimi zaman iğnelemek için, kimi zaman da kızdığı için «Tatlı canavarım benim», «Nelson, tehlikeli sevgilim», «Sevgilim, iğrenç, açgözlü şey seni», «Zavallı yaşlı çirkin reddedilmiş sevgilim», «Gelecek ayki canım kocacığım» gibi çeşitli tanımlarla mektuba giren Beauvoir, edebi, hoş betimlerle de mektubu bitiriyor.
Mektuplar böyle, sevgiyle, aşkla başlamasına karşın gündelik yaşamdan, yazmaktan, çalışmaktan, direnmekten, direnişi örgütlemekten geri kalmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya tahlillerini, entelektüellerin yaşamlarını, yazar-ressam-gazeteci ünlülerin tavırlarını da aktarıyor. Alabildiğine içten, alabildiğine sıcak…
Simone de Beauvoir’ın üç yüz dört mektubunun arasında o kadar çok şey var ki «aslında keşke ben de söyleyebilsem» dediğimiz… Ancak, tam da bu noktada, belirleyici olan: açık sözlü ve kararlı olmak. Parmağında Algren’in armağan ettiği yüzüğüyle doğanın kucağına yatıya gider Beauvoir. Ki mektubunda söz etmiştir bir keresinde… Andrey Voznesenski, Oza’da; «Kilometreler ayıramaz insanı, inan,/ Birleştirir telefon telleri gibi;/ Ama milimetrelerse ayıran,/ Bağışlanmaz bir yazgıdır bu, beterin beteri» diyor. Kıtalar, okyanuslar, yıllar, hatta eşler ayıramaz eğer istenirse; kaldı ki doğa…
Telefon trafiğine yenilen mektuplaşma, şimdi de elektronik postanın pençesi altında. Mektup aşkları, internet aşklarına dönüşünce ak kâğıdın üzerinde dans eden el yazısının coşkusu ve heyecanı kalmadı sanki. Ya da çağın akışına ayak uydurup güzelim kalem kâğıdı unutarak bilgisayar ekranındaki duygusuz sertliği yumuşatmaya çalışacağız.