isveç'in deniz gülü: visby - hamdi özyurt

Vedat Kamer tarafından Pa, 17/12/2006 - 18:06 tarihinde gönderildi

Bir mülteci bu kadar benimseyebilir bir kenti; basık bulutlarını, taş sokaklarını, metal mavisi denizini, ışıklarını…
Başlangıçta ikimiz de ihtiyatlıydık. Günlerce uzaktan uzağa süzdük birbirimizi, tepeden tırnağa inceledik sevgisiz. Tanışmıyorduk; o yüzden kaygılıydık, ölçülüydük, tutuktuk. Onunla ne ortak yanımız olabilirdi ki? Ben suydum o kumdu, ben konuşkandım o suskundu, ben esmerdim o beyazdı, ben gençtim o yaşlıydı, ben insandım o kentti. Benim bıyıklarım vardı onun gemileri, martıları, kiliseleri.
Ateşi çalmaya gelmemiştim elbet. Duvarlarına güllerin tırmandığı dar sokaklarında, Astrid Lindgren’in uzun çoraplı kızını arayıp bulmak da değildi meramım. Botanik bahçesindeki binlerce bitki ve çiçeği de görmeye gelmemiştim. Bir kasırgaya kapılıp öylesine savrulmuştum işte.
Sessiz, sakin, rahat, üzgün yıllar geçti art arda ve alıştık birbirimize. Düşlerim karıştı sisine. Geceleri uykusuzluğumu tanıdı; duvarları yumruklarımı, şiirlerimi. Ben ona dilimi öğrettim, o bana dilini. Derken ortak yönlerimizi fark ettik: Ben umutlar savurandım avuç avuç, o güvercinler. Ben kendimi içimde tutmaya çalışandım beceriksizce, o yapılarını surlar içinde. Sonra, ikimizi de aynı güneş ısıttı, aynı yağmur ıslattı, aynı ayaz üşüttü. Sır verir gibi duruşu hoşuma gitti. Kırıp önyargılar testisini, sevdik birbirimizi.

Üç bin yüz kilometre karelik cüssesiyle, Baltık’ın soğuk rahminde bir cenin gibi yatan Gotland adasının en büyük şehri olan Visby’nin evleri kutu gibi, cam gibi; her biri bir kartpostal sanki, her biri bir masal evi. Bahçelerinde serçeler kar tozlarından kuşburnu seçmekte, tavşanlar sokulmakta pencerelerine.
Visby kulağıma, en parlak dönemini bin iki yüzlü yıllarda yaşadığını fısıldamıştı bir ara. O yıllarda tüccarlar, mallarını Gotlandlı yoksul köylülerden korumak için, üç bin altı yüz metre uzunluğunda bir sur örmüşler etrafına. Mahzenleri şarapla dolup dolup taşmış Visby’nin; deriyle, buğdayla, kumaşla. Ben onun yalancısıyım.
Tüccarların malları koruma işlevini tam olarak kaç yıl sürdürdüğünü bilemem ama, tarihin ironisi bu, şimdilerde surlar koruma altında. Gölgesi surların yüzüne düşüyor diye kalemi kırılan bir yapının yıkılışına tanık olmuştum. İki gün içinde zavallı yapıdan eser kalmamıştı. Üçüncü günün sabahı, yapının yerinde yeller, karanfiller ve küçük bir taşın altında bir parça kâğıt vardı. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
“Sen sevgili yapı, yıllarca bir balıkçıya barınaklık ettin; kirpilere, kumrulara, karıncalara sığınaklık yaptın. Ama seni acımasızca yıktılar. Kuşkusuz günahsızdın. Tek suçun yanlış yerde bulunmaktı.”

Üç yüz yıl Danimarka’nın egemenliğinde kalmış Gotland. Zengin bir tarihe sahip. Halkın yalnızca yüzde beşinin kiliseye gitmesine karşın, toplam doksan iki kilisesi var. Bunlardan on altı tanesi Visby’de. En görkemlisi Santa Maria’dır.
Mezopotamya’da doğduğumu bile bile, içinde fani sırıtışlı iskeletler, paslı ok uçları ve Vikinglerin çalıp getirdiği madeni Arap paraları bulunan müzesini ikide bir önüme çıkarmasını saflığına verdim Visby’nin.
Bir yüzen bar demirli limanda, adı: Elvis. Kül tablalarında, bira bardaklarında, tuvaletinin aynasında Elvis’in resmi. İçki dağıtan kızın yüzü sevdiğim uzak bir kenti çağrıştırmasa, ne işim var benim orda her hafta. Ucuz şarap içip ülserimi azdırmaya meraklı değilim ya! Üstelik, “Atla bisikletine gel” diyen dostlarım bile var. Tek başıma kalmam dam altında.
Elli sekiz bin Gotlandlının, Visby’de oturan yirmi bir bininden biridir Marie. Her yaz, adayı ziyaret eden yarım milyon turistten birine bir odasını kiraya verir. Halkın, dönemin giysileriyle katıldığı ortaçağ haftası bittikten sonra kent, yavaş yavaş güz rehavetine gömülür. Ve Marie, her yıl olduğu gibi, sütten kesilen bir kuzuyu başından kurşunlatarak bana hediye eder; tam da büyüyüp gri yünüyle mağrur sembolü olacakken Gotland’ın.
“Sokaklarda ölüm heyulası yok” dedi Visby bir keresinde, “Haydi çık kabuğundan Anadolu kaplumbağası. Bak kızlar gül satıyor büyük meydanda; mısra gibi ince her biri, papatya gibi narin.”
Çıktım baktım, sular kararıyordu erken. Bir bulut takılıydı bacasına, şöminesi içim gibi yanan, buz gibi saydam bir evin.
Bir mülteci bu kadar benimseyebilir bir kenti; içinde “dağ” geçmeyen türkülerini, taze bir yaradan sızar gibi gelen sabahlarını, ay yanığı gecelerini…