sudan eskiz - çağla cömert

Vedat Kamer tarafından Pt, 12/02/2007 - 19:45 tarihinde gönderildi

Suya inelim. Ardımdan gel. Bir zamanlar toprağa düşmüş olan gölgen sarmalasın beni, sesin gibi karanlık, saydam, öldüresiye zarif. Suya inelim. Yaşamı özüne kavuşturmak adına. Bağlarımızı koparmak, olası yitişin soluk kesen hızını duyumsamak, bilincimizi ölümsüzlük yanılgısından kurtarmak, giden ne ise onu içimize çekmek adına.
Suya inelim. Ardımdan gel. Varlığını hissetmeme izin ver, bedenimi baştan aşağı titreten buz gibi suda, halhalıma takılan yosunlarda, ayaklarımı kesen kırık istiridye kabuklarında, ağırlığımla göçen kadifemsi kum tabakasında… Son hoşçakalım değil bu.
Aşınmış deri montun, tıraşsız yüzün, sıska bedeninle seni düşlüyorum. Birazdan şarkın başlayacak. Gitarının teli mi kopmuş, Şırınga Parkı’ndan henüz dönmüşsün, kafan dumanlı… Bir cadı lanetlemiş seni, belki de kutsamış…
Zengin bir banliyöde büyümüşsün, konfordan tiksinmişsin. Babanı bulma umuduyla peşine düşen hippilerden usanmışsın. Kimsenin izinden gitmemişsin. Sakar, hantal, çirkin duyumsamışsın kendini. Abuk sabuk kız dergileri boy boy resimlerini basmış, rekabet içini baymış… Toprağı hor görmüş insanlar, dinler sevişmeyi ayıplamış. Huzurun kaçmış… Arıza bir tip diyorlar sana. Yine de şarkın başlayacak.
Vatanın olan sahnede bir meleğe dönüşüyorsun. Trans halindesin. Saçtığın armoni allak bullak ediyor seni izleyenleri. Ses tellerini titreştiren soluğun mistik bir dünyaya taşıyor onları, geri döndüklerinde yürekleri oranın özlemiyle titreyecek. Kanlarının çekildiğini hissediyorlar, boşalıp nehrin sularına karıştığını. Korkuyorlar. Yaşam nasıl korkutuyorsa bizi sen de öyle. Seni seviyorum ama sevmeye korkuyorum.
Kimse senin kadar vermedi kendinden, veremedi. Sınırsızlık öldürdü seni diyorlar; tutkunun olduğu yerde sınır var mıdır ki… Tek düşmanın kendindin.
Suya inelim. Ardımdam gel. Ay ışığı masallaştırdığında bedenimi, gözlerimin yerini imgelemim aldığında, tarif edilmez bir zevkle kendimden geçtiğimde, sessizlik çalıyorken yanımda ol. İşte, geliyor… Film şeridi akmaya başlıyor. İçim sıkışıyor, başımın devleştiğini duyumsuyorum. Geçici yan etkiler bunlar. Gölgene tutundum, kayıyorum…
Prense dönüşür umuduyla öptüğüm kurbağalarla sarıldım. Belki de prenstiler, ben göremedim. Bataklık beni yutarken etrafımda vıraklıyorlar. Yalvarırcasına bakıyorum her birine, yardım çığlığı gözlerimin her kıvılcımı. Görmüyor musunuz, işkence çekiyorum, vıcık vıcığım. Kanatlı beyaz atı dizginleyemedim, kaçırdım elimden. Sihirbaz bir prens yok mu aranızda… Bakın, çıplaklığını sergileyen bağımlı kız pencereden uzatmış dazlak başını; kurumuş çiçekleri suluyor travestiler sokağında. Bir şair kendini yineliyor, yaratıcılığının sınırlarına dayanalı çok olmuş. Kışın çocuğu köklerimin yattığı sıcak iklimli adayı düşlüyor, yutkunuyor. Ortası delik bakır bir para iğneli delik kalbimin üstünde; kan sızdırıyorum. Dumanlı kafamda sincaplar daldan dala atlıyorlar. Gülmek adına gülüyorum. Bir yabancı adını unutmamı istiyor. Bacaklarıyla bira fıçısı çeviriyor bir kadın. Fırfırlı eteği dolgun kalçalarını açıkta bırakıyor. Kadın kan ter içinde, dişini sıkıyor; fıçı düşmemeli. Sırf biz eğlenelim diye. İnadına eğlenmiyorum, direniyorum ona. Haz içgüdümü sevmiyorum. Fazlasıyla düşünüyorum, yapmamam gerekenleri yapıyorum, fazlasıyla içiyorum… İçmek bana seni geri getiriyor. Dinle beni, net göremiyorum, yaklaşan o mu yoksa deliriyor muyum… Nakaratı söylemeye varmıyor dilim.
Öyle gerçekti ki; eskici tezgâhına düşmüş Külkedisi’nin kristal ayakkabısını gördüğümde… Öyle gerçekti ki; Noel Baba, karalara bürünmüş, sahilde yürümekteyken. Öyle gerçekti ki karganın koynunda çiçek çocuklarının öyküsünü dinlerken. Siz hiç alnının ortasından kan fışkıran bir kadın gördünüz mü, kurbağalar… Neon ışıklarının altında tanıdık bir yüze rastlayıp yüreğiniz kabardı mı… Onun bebeğini öldürdünüz mü, mor boncuklarla değiş tokuş ettiniz mi şiirini… Yaralandı mı özsaygınız şişmiş, kızarık gözleri ifadesizce size baktığında… Peki hiç çözemediğiniz bir dilde mektup aldınız mı… Ayrıntılar gizemli işaretlere dönüştü mü sizde de, ölümün kıyısına sürüklediler mi sizi… Abartmayı sevdiniz mi… Melankolinin saçmalığını yaşayıp kendinizden tiksindiniz mi… Çekik gözlü bir denizciyle bulutlar arasında seviştiniz mi… Yumuşak dokunuşları morartılara alışkın kalbinizi acıttı mı… Güneşin çiğ yeşili bir soda şişesinde yaptığı ışık oyunlarını saatlerce izleyip sonunda huzur buldunuz mu… Rüzgârlı kumsalda sere serpe uzanmışken tepenizden geçen bir helikopter güldürdü mü sizi… Kurguladığınız ölüm biçimleri bir fetişist gibi heyecanlandırdı mı sizi… Emin olun hiçbir seçim rasgele olmadı.
Koca koca botlar, salaş palyaço pantolonuyla ölüme gittin. Fareler cirit atıyordu cesedinin kıyıya vurduğu yerde… Başımı suyun içinden çıkarıyorum. Nefes nefeseyim. Saçlarım karışmış, yüzüme dolanmış. Toparlıyorum onları. Kıyıya doğru yüzmekteyim, eskizim beynime kazılı. Gölgeni suya teslim ediyorum, bir başka sefere dek.