gece getirilen kızı sevdim - hamdi özyurt

Vedat Kamer tarafından Pt, 05/02/2007 - 10:48 tarihinde gönderildi

Evimiz tek katlı, eski bir demiryolu lojmanıydı. Misafirsiz günümüz yok gibiydi. Tren yolcuları beklerdi bizde.
Evimiz daracıktı, ama gönlümüz genişti. Gecenin herhangi bir saatinde kapımız çalar, birkaç uzak akraba ya da köylümüz damlardı içeri. Annem uyanır, üşenmeden onlara yemek hazırlar, yataklarını yapardı…
Yine bir güz akşamının ilerleyen saatleriydi. Acı kömür dumanı kâbus gibi çökmese, kent sisi beyaz bir atkı gibi boynuna dolayacaktı. Belki o zaman sokaklar, kör bir ressamın fırçasından çıkmışçasına renksiz, biçimsiz ve kasvetli olmayacaktı. İyi ki sokak lambaları vardı. Sokak lambaları, en iyi gündelikçi kadınların bildiği türküler gibi yanıyordu. Türküler ki, olmasa hepten korunaksız kalacaktı dünya, bomboş…
Evimize en yakın sokak lambasının altında bir adam duruyordu. Sırtında yük mü vardı, birini mi taşıyordu, duman ve sisten seçemiyorduk. Kapımızı çalıp çalmamakta tereddüt ediyordu. Camdan kendisine baktığımızı görünce kapıya yöneldi, çaldı. Annem açtı.
“Tren tehir yaptı, geceye kaldık. Bu saatte köye araba yok, o yüzden size geldik… Kızım hasta; kızım ölüm önünde. Tanrı misafiri dedim çaldım kapınızı… Ağzına bir lokma yiyecek sürmüyor. Bunlar yolda aldığım haşlanmış yumurtalar; o yemedi, siz yiyin.”
Adamın sesi bir var, bir yok; sesinin tırnakları tırmalamaktan kırık. Adam çığ gibi çöküktü.
“Bizim hikâyemizi hiçbir kitap yazmaz oğul. Hiçbir dile çevrilmez çektiğimiz. Acımız taş gibi kalır düştüğü yerde.”
Annem yatak yaptı, kızı yatırdılar yatağa. Şiddetli kumral bir kızdı, nerdeyse sarışın. Saçları sonsuza dek uzayacakmış gibi dökülürken, nedense omuz başlarına yetişir yetişmez, ‘kırt’ diye kesilivermişti. Kirpikleri kömür isi, gözleri ışıksızdı. Beyaz bir bayrak gibi dirençsizdi kız. Beyaz bir bayrak gibi kirli ve titremekteydi. Dudakları dudak değil, mor bir mühürdü zarf sarısı yüzünün ortasında.
Her akşam ben resim yapardım, deprem bile olsa resim yapardım. Peyzajlarımda hep kavak ağaçları olurdu. Uçlarına leylekler yuva yapardı kavakların. Bir nehir geçerdi mavi, balıkları olağanüstü büyük olurdu. Bulutlar buluttan çok pamuğa benzerdi. Şehirler yapardım surlar içine, ama hep surların dışına taşardı evler. Çatılarına güvercinler konardı evlerin. Çocukların sapan lastiklerini müthiş sağlam yapardım. Siyah iskarpinli kadınlar yapardım, ellerinde filelerle pazardan dönerlerdi. Metruk bir han yapardım, yeşil bir bahçe içinde. Boş bir hamak, kırmızı karanfiller yapardım. Lacivert denizler yapardım mor dağların ardına. Martılar konardı gemi güvertelerine…
Resim defterim, boya kalemlerim önümdeydi. Bir şeyler çizmeye çalıştım, olmadı. Çocuk aklım allak bullaktı.
“Benim kızım okulunda birinci. Türkçesi sağlam. Benim kızım geyikkız… İçi oyulup bitmiş kızımın, anlamamışız. Birden düştü, aldım Elazığ’a götürdüm. Hastane koridorunda üç gün yattı. Yatak yok, ilaç yok… ‘Yedi tane baş taksak bile yaşamaz’ dedi doktor, ‘geri evine götür.’ ”
Annem, kardeşlerimi yatırmaya götürdü. Ben uyumadım. Babasıyla birlikte başında bekledim kızın. Ağır ağır, acele etmeden resmini yapmaya başladım. Resim belirginleştikçe kız kötüleşiyordu. Yanaklarını allandırdım, ışık verdim gözlerine…
Babası bir şeyler mırıldanıyordu. Dua mıydı, ağıt mıydı, anlayamıyordum.
Sabahın ilk ışıkları belirmeye başlarken resim bitmişti. Öyle güzel, öyle güzel bir resim olmuştu ki, kendim bile inanamamıştım yaptığıma.
Su istedi, babası dudaklarını ıslattı kızın. İnce çiy tanecikleri gibi kaldı su, mor yaban lalelerinde. Derin bir iç çekti. Gözleri, bir mumun biterek sönmesi gibi kapandı. Başı ikindi vaktinde bir ayçiçeği gibi yanına döndü.
O gün bu gündür saklarım o resmi. Her gün bakarım, baktıkça yaşatırım onu. Ve bir aşk yaşar içimde. Aradan sanki yüz yıl geçti. Kendimi geliştirdim, resim eğitimi aldım. Çok âşık oldum, sevgililerim oldu. Ama ben ne daha güzel bir resim yapabildim, ne de kimseyi daha çok sevebildim.