04.07.2002* - sinem sipahi

Vedat Kamer tarafından Pt, 05/02/2007 - 10:51 tarihinde gönderildi

Bozulmuş saatime bakıyorum. Çizik içinde… Kısa olanı neydi? Hangisinin hangisi olduğunu bilmeden onlardan bir şey beklemek saçma. Uykum var. Saniyeler gözlerime batıyor. Göz açıp kapayıncaya kadarla dinlenilmiyor. Sırtımdakileri kenara koyup tabureye oturuyorum. Bir an bedenim yokmuş gibi geliyor, bedenim yokmuş ve ben nedensiz bir varlıkmışım gibi… Büyük boşluk… Birileri gitti, birileri günü –bu en olmadık zamanda; en göz kamaştırıcı, en akıldan çıkmayacak saatte– caddenin ortasında bıraktı ve çekip gitti. İnanılmazdı tüm olanlar; özellikle bu kadar ferahken, tam da bu zorunlu birlikteliğe alışmışken bu olanlara inanılmazdı. Kulağa hoş gelen kelime oyunlarına bağımlı olmak, terk edilmekten daha çok kırardı kalbini. Ama ikisi de kendilerine birer yer bulmuştu saatlerin arasında. Aralarında geçenleri kimseye anlatmazdı. Hayatında çok güvendiği candan varlıklar yoktu.
Gittikçe fazlalaşan yerçekiminin insanı boğduğu zamanlar en zor geçenlerdir. İçinden çıkılmaz bir karton kutunun içinde, kollar, bacaklar bağlı debelenmek kadar anlamlıdır sakinleşmeye çalışmak. Sinirli saatler zor geçer dedim.
Yoğurtçu geldi. Mavi olanlar sağda dursun, hafif olanları üste koy, ayrı rafa yerleştirilecekler. Abi, bu insanlar kendilerini kandırıyor. Test ettirseler bunlar da normal yoğurt çıkacak. Ama düşün biraz kim ister kandırıldığını birinden öğrenmeyi, onlar bilerek kandırılıyormuş gibi yapmayı seçer, boş ver sen… Yoğurtçu gitti.
Buyurun efendim, istediklerinizi hazırladım. Peki, iyi günler efendim. Gönül rahatlığıyla çıkıp gittiğiniz şu dükkânda sizin hesabınıza bir şeyler döndüğünü fark etseydiniz ne olurdu acaba? O her defasında aldıklarınızı yüklediğiniz defteri hiç tutmadığımı, bana olan borcunuzu her ay kendi kendinize belirlediğinizi bilseydiniz ne hissederdiniz? Hayal kırıklığı mı? İşlerin istediğiniz gibi gitmesinden kaynaklanıyordur herhalde! Kızgınlık mı? Size seçme şansı verdiğim, kendi üzerinizde hak sahibi yaptığım için mi? Tüm olan biteni size anlatıp sonra yüzünüzün alacağı o anlatılamaz ifadeyi seyretmek isterdim. O çok istediğiniz egemenliğe, bilmeden her gün sahip olduğunuzu fark ettiğiniz an çok değerli olurdu benim için. Sizin hayatınızın şaşkınlığı, benimkinin zaferine dönüşürdü çalan çanların eşliğinde. Ben, akrep ve yelkovan dans ederdik karşınızda, kısa olanı hangisiyse onun üzerinde zıplar, uzununu yakalardım. Size bunu da yapabileceğimi kanıtlardım. İyi günler efendim.
El titremesi, erken saatlerden kalma huzursuzluk, kalıba karşı çoğalan kütle, baharın savurup uzaklaştıramadığı turuncu, yakıcı öfke, herkesin bildiği, kimsenin görmediği garip, ucube, kangren kin, ağlama hevesi, kimsenin olmamasını beklerken, kaynaksız ağrı, kaldırılamayan çuval, açıklanamayan giz, gizin görünmeyen gereksizliği, iskelenin mutlaklığı, suyun değişkenliği, çabuk, keskin bir çığlık; geldiği yer önemsiz, buraya gelmesi değerli, önüne bak, kafanı kaldırma sakın! Seni kimse… El titremesi…
Dükkân kapısı gürültülü bir biçimde ayağıma indi. Suç bende, ayağımı çekmeliydim yolundan. Benim dükkân kapım da olsa belirlediği bir yolu var. Benzemiyoruz. Sokağın köşesinden bir kadın saptı, dükkâna yöneldi. Bir paket un ve bir şişe yağa ihtiyacı vardır belki günlük sıkıntısını gidermek için ya da ‘onun herif’ birden anason krizine girmiştir. Öyle ya da böyle dükkân kapalı ve ben pek sayın kapımı bir daha rahatsız etmek niyetinde değilim. Acımayla karışık bir sevecenlikle kafamı sallıyorum (laf aramızda artık yüzümdekini düşürmeden kafamı sallayabiliyorum). Kadının sözleri boşlukta bir yerlerden geri geliyor. Tüh, çocuk patlayacak ağlamaktan. Doğru tahmin edememişim, önemsiz. Eve yürüyeyim.
Ben yokken bir şeyler dönmüş olmalı. Ev darmadağın. Kedi girmiştir herhalde, çok yüz verdim zamanında. Çok yüz verdim. Şimdi her geldiğinde defolmasını istiyorum. Sıkıldım onun gözlerinden. Salak hayvan bütün gün akrep kovalamıştır yine. Bütün gün kovaladığı, küçük gördüğü o yaratığın kendi için oluşturduğu tehlikeden habersiz yaşayıp gidiyor. Ama nasıl olsa bir gün akrep onu da sokacak. Önce kırılanları toplamalı, işin en can sıkıcı kısmı da bu. Bir dakika, şu yerdeki siyahlık da ne? Anlaşılan bizim kedi haklamış bu defa. Düşündüğüm gibi olmadı, neyse…
Kendi parlaklığının farkında olmayan yıldızın titrek alevinde önümü görmeye çalışıyorum. Ben yokken bir şeyler dönmüş olmalı, yoksa bu kadar yabancılamazdım dünyayı. Şu anda duymak istediğim son şey onun nefes almayışının sesi -ki onu da tümden kulak kesilip başarılı müzisyenlerim örs, çekiç ve üzengiye yolluyorum yokluğu bestelemeleri için-, bu bana çok acı veriyor. Acı çekmeyeli uzun zaman oldu. Üç saat var mı? Gülmeyin efendim gülünecek tarafı kalmadı hayatımın. Beşer dakikalık gerilimlerle, elverişsiz kıyı tipinde oluşmaya çalışan gelgitlerle sürükleniyorum. Büyük bir şeylerin yokluğu da hissettiriyor kendini. Mavi, yeşil, kırmızı olması fark etmeyen büyük bir renk gerekiyor bana. Olanaklıysa üzerimden aşıp beni boyasın ya da hiç değilse giysilerim ıslansın. Yetsin beni uyandırmaya ya da uykumu derinleştirmeye…
Ne yapacaktım ben, bütün gün düşünmüştüm. Kayboldu. Çay demleyeyim bari, içimi ferahlatır tıpkı kışın ısıttığı gibi. Çok işlevli geleneksel içecek; çay… Aklıma geldi de savaştan galip çıktıysa kedi nerede? İçimden bir ses yorum yapma diye böğürüyor. Üst komşuya çıkmıştır. Cam çarptı. Kaldırımın kenarına sıvanmış, durmadan akan aptal gözleri…
Ne demek bu şimdi? Mümkün değil mi bir şeyleri kazanmak? Can sıkıcı, fazlasıyla can sıkıcı. Şerefine bir bardak çay kaldırıyorum; tüm arada kalmışlara içiyorum. Merak etmeyin astarım yüzümde değil. İkisine bir tören hazırlamalıyım. Eğilme sakın! Akrep kendini sokmuş. Koş dışarı, söyle herkese…

* 4 Temmuz günü Dünya’nın Güneş’in yörüngesinden en uzak olduğu, dolayısıyla dönüş hızının en yavaş olduğu gündür.