Oturalı beş dakikadan fazla değildi. Yanımda taşıdığım acı limon yeşili çantadan bir sigara çıkarıp, dudaklarıma kıstırdım. Çakmağı aramak için, çantanın ekseri tütün ve bir sürü zamazingo dolu dibini yokladım. Çıkarıp yaktım. Acı limon yeşili çantanın fermuarını çekerken, çevreme bakındım. Şehrin işlek caddelerinden birinin hemen kıyısındaki bir limon ağacının, dibini dört tarafından çevirmiş koyu yeşil boyalı; alışverişten yorulanların, yaşlı adamların, civardaki seyyar bakışlı satıcıların [ekose gömlek giymiş bir şemsiyeci, beyaz göbekli bir sigaracı, ilerdeki büfenin gençten yamağı] ve en mühimi birini bekleyenlerin soluklandığı bank benzeri bir yerde oturuyordum. Ağaç, bank, çanta yeşili kamuflaj üçgeninde kolayca kendimi unutturabileceğimi düşündüğümden olacak, otururken hiç tereddüt etmemiştim. Kulağımda, vapurlar’ın megafonundan duyulan «sen kimsin?» nağmesi, acılı musakka gibi bir alçalıp, bir yükselirken: …ve gemi gidiyor’du. Önümden geçen kalabalık gel-gitli bir nicelik arz ediyor, kaplumbağanın bağası yavaş yavaş kırılıyordu. Kıyısında durduğum, hafif yokuş işlek caddeden arabalar, iş çıkışının gazını egzozlarından dışarı salıyordu. Gelen geçene aralarından birini bekliyormuş gibi bakıyordum. Bekliyordum.
Şehrin bu tarafında oturuyordu. Belki şu an evindeydi ve önümden geçme olasılığı sıfırdı. Fakat belki de, işten yeni çıkmış, birazdan buradan yorgun argın geçecek, beni görünce de yanıma gelecekti. Onu beklediğimi söylemeyecektim. Ne yapıyorsun burada böyle deli, diyecekti; ben de: hiiç duruyorum, diyecektim. Onu beklemem için bir sebep olmadığını düşündüğü için soramayacaktı belki. Belki de onu beklediğim aklına bile gelmeyecekti. Evinde olabilirdi, ama alışverişe çıkması işten bile değildi, o zaman buradan kesin geçerdi. Ya da aşağıdaki birahanelerden birinde içmek için evinden çıkacaktı. Belki onun da canı sıkkındı. Evindeyse neler yapabileceği hususunda uzun bir liste yaptım o sırada: Yemek pişirmesi, yemesi, içmesi, sarması, işemesi, sıçması, banyo yapması [duş alan biri olması olanaksızdı], televizyon seyretmesi, okuması, yazması, otuzbir çekmesi [osbir derdi], evi temizlemesi, camdan bakması, pencereyi açması - kapaması, telefonla konuşması, aval aval durması, hepsi teker teker bitince ne olacaktı? Belki uyurdu, belki de birkaç ahbabı gelir, onlarla laflardı.
Belki bir sevgilisi vardı, ya şimdi o geldiyse, o zaman evinden çıkmazdı bu gece. Ona yemek pişirir, sonra iki başına buğulu kokular arasında yemek yerler, iki kadeh bir şey içip sevişirlerdi. En kötü rutinlerin bile rutin gelmediği zamanlardaydı belki. Bu düşünce canımı yaktı. Belki de evinde sevgilisinin gelmesini bekliyordu hâlâ. Sevgilisi de çarşıdan ona içki ve biraz meyve ya da çok sevdiği tuzlu fıstıktan [ki bence kuruyemişler içinde en karaktersiz olanıydı tuzlu fıstık, neden sevdiğini hiç anlamamıştım ama onun sevmesi hiç de batmamıştı bana; ben bademciydim mesela, gerçi bu da beni ille de sevilecek biri yapmazdı elbet] alıyordu şu anda. Bekleyişim, nesnesini değiştirir gibi olmuştu. Şimdi sayısız gelen-geçen arasından sevgilisini ayırt etmeye çalışıyordum. Şu olabilirdi, ama bu olamazdı, şuradaki tam ona uygundu, belki ilerdeki elinde şemsiye olan kadındı. Kumaş pantolon giyen bir kadından hoşlanabilir miydi acaba? Bakarsın, sigara ağızlığı kullanan bir kadındı sevgilisi. Ne çok kadın vardı, bu kadar kadın arasında ona ulaşmanın imkânsızlığı burnumu sızlattı. Belki de bu gece eve gitmeyecek, sevgilisinde kalacaktı. Bu sevgili düşüncesi kafamdan bir türlü gitmiyordu. Halbuki ilk oturduğumda, onu da benim gibi bekler halde hayal ediyordum. Hem şu sevgili kelimesi de ne kadar eğreti duruyordu. Bu «sevgili»yi, hep orhan gencebay’ın şarkılarından çıkma, şişme-rujlu bir eşek zannediyordum. Sevgili, sadece orhan’ın ağzında güzel bir varoluştu, onun kadar hakkını vererek söyleyeni yoktu. Fakat bana gelesiye çoktan eşek oluyordu bu sevgili işte: Şişme. Rujlu.
Yanımda oturan biri daha vardı. Saatine bakıp duruyordu. Belli ki o da şişme birini bekliyordu. Ama onun beklediği tam bir beklenilendi. Gelmesi kesin olan bir beklenilen. Nitekim birkaç dakika sonra cep telefonunu çıkarıp birini aradı, gözleri dalgalandı. Demek ki, beklediği gelmek üzereydi. Geldi. Kısa boylu, şemsiyesiz bir kadındı gelen. Hemen kalktı yanımda oturan, sarılıp öpüştüler. Kadın: kuzucuğum üşümüş mü beni beklerken, gibi salakça bir giriş cümlesi geveleyerek adamın koluna girdi, beraber uzaklaştılar. Arkalarından bakarken üşüdüm, bir sigara daha yaktım.
Oturalı bir saati geçmişti. Hava enikonu kararmış, işten çıkıp evine gidenler yerlerini gece adamlarına bırakmıştı. İki ayyaş önümden geçerken biri sendeledi, düşecek gibi oldu. Yanındaki ona güldü. Neden bilmiyorum, kalkıp gülen adamı bir güzel pataklama isteğim içimi bulandırdı. Fena halde içmek istedi canım. Ama buradan nasıl kalkacağımı bilmiyordum. Ya kalktığım anda buradan geçerse fikri bacaklarıma hükmediyordu. Geçmesi için olasılıklar azalıyordu. Belki sigarası biterdi de almak için evden çıkardı. Ama neden buraya kadar yürüsündü ki, sokağının bakkalından alıverirdi bir paket. Gerçi zulasında muhakkak fazladan bir paket bulunurdu ya.
Acaba birinin onu böyle beklediğini bilse sevinir miydi? Belki de o, hep beklenilendi ve bu yüzden fark etmezdi. Belki arka sokaklardan dolaşarak evine gidiyordu, ya da hava serin diye bir taksiye binmişti. Taksileri seveceğini hiç sanmıyordum. Araba… acaba arabası var mıydı? Arabası varsa, önümden geçme olasılığı, gittikçe samanlıktaki iğne kadar güdük kalıyordu. Hesaplamaya çalışıyordum: Şehrin bu noktasında onu görme olasılığım binde bir miydi, on binde bir mi? Bunun hesabı nasıl yapılırdı, bilmiyordum. Belki ilerdeki ağacın altında otursam binde birdi de burada oturduğum için on binde birdi. Belki de yüz binde birdi de ben ihtimal vermiyordum. Zaten, on binde birle yüz binde bir arasında bir fark da göremiyordum.
Ekose gömlekli şemsiyeci çoktan tezgâhını toplayıp gitmişti. Göbekli sigaracı da evine yollanmak üzereydi. Belki bir birahaneye girer, iki tek atıp televizyon izlerdi önce. Sonra da sıcak yatağına… Kuzulu sevgililerden sonra üşüyüşüm aklıma geldi. İçimi kara bir hırka tabakası sardı. Daha ne kadar bekleyecektim? Artık önümden geçenleri ikinci defa görüyormuşum gibi geliyordu: Sanki dünyada iki saat içinde her şey yeniden başa dönüyor, eylemsizlik halinde değişiklik oranı gittikçe düşüyordu. Kalkıp gitmeyi istiyordum şimdi, ama otuşurum gibi kolay olmayacağını düşünüyordum bunun. Benden habersiz çevrem, kalkışıma bir kılıf uydurmam için beni zorluyordu. Burada daha beter yorulduğumu düşünürken, önümden geçtiği ve benim onu fark etmediğim fikri beyin sapımı burdu. Birdenbire kalktım, gittiğini düşündüğüm yoldan hızla aşağıya koştum. Ne kolay kalkmıştım yerimden, belki şimdi tam da oradan geçiyordu. Dönüp, ardıma boş boş baktım. Göbekli sigaracı, yolun kenarında şemsiyeli bir kadınla konuşuyordu.
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun