Vedat Kamer: ocak 2002’de yayımlanan ceza defteri ile ilk cinayetini işledin. geride delil olarak üç uzun şiirin bulundu. ikinci cinayeti işlemek için tereddüdün nedir? soytarı ve deli’nin hüzünleri bu cinayete karıştı mı?
Derya Önder: Şimdi sen böyle söyleyince ben de üç yıl olduğunu fark ettim. Hem uzun göründü gözüme hem çok yakın. İlk kitap ilk cinayettir demiştim o zamanlarda. İnsan önce «ben»i öldürür. İçinde el değmedik hiçbir yer bırakmaz. Ben de öyle yapmıştım. Ceza Defteri’nin yazılması benim için çok sancılı bir dönemdi. Kendime yazar gibi yazdım zaten. İkinci cinayet için bir tereddüdüm yok elbette… Daha çok bir hazırlık ve biriktirme dönemi diyelim. Ceza Defteri’ndeki şiirler –ki nehir şiir denildi çoğu kez uzun oldukları için– kitaptan önce herhangi bir yerde yayımlanmamıştı ve direkt kitaba girmişti. Sadece Muhtelif Hüzünler Geçidi isimli şiiri Rüzgâr’ın çocuğu sevgili Murat Koçak almıştı benden ama Rüzgâr’ın ertelenmesiyle o da kaldı. Dolayısıyla o şiirler dışındaki şiirlerim, yani dergilerde yayımlananlar ve henüz yayımlanmamış olanlar rahatlıkla ikinci kitabı oluşturabilir. Fakat her nedense ben bir kitabı oluşturacak şiirlerin daha özel ve birbirini tamamlayan nitelikte olmasını diliyorum. Bir yandan da aman her yerde şiirlerim olsun, ben olayım gibi bir tasam yok. Yaşadığım sürece benimle yaşayacak olan bir şiir var içimde… Biraz bunun için ağır davranıyorum galiba.
Soytarı ve deli… Her nasılsa ikisi de gelip içime yerleşmişti o zaman… Onlar güldü, onlar ağladı, gitti, geldi… Ben sadece yazdım.
VK: içine sığmadığın öteki-siz için hiç çocukların suçunu üzerine aldın mı? dergiciliğin tahammül kaynağı nedir?
DÖ: Aldığım zamanlar oldu. Ama bunu daha çok şöyle düşünmek gerekiyor. Bu bir annenin çocuklarının suçunu üstlenmesi gibi değil… Çete elemanlarının birbirini ateşe atmaması gibi… Bizler profesyonel dergi yöneticileri olmadığımız için sadece şiirin değil aynı zamanda hayatın da işçileriyiz… Dolayısıyla zaman zaman kaybolmak, çekip gitmek, kendimize dönmek isteyebiliyoruz. Ya da bir dizenin, bir imgenin peşinden onun götürdüğü yere gitme isteği sarabiliyor içimizi. İşte o zamanlarda kim suçu üstlenebilecekse bu işler ona kalıyor.
Açıkçası öteki-siz’i ilk çıkarmaya başladığımız zamanlarda rutin hayatı bu kadar etkileyeceğini, bu kadar ağır bir yüke dönüşeceğini hayal etmemiştim. Bu kimi zaman ortaya çıkan şeyin güzelliğiyle bunu unutturacak kadar yoğun duygular bırakıyor. Kimi zaman ise sizin çok dışınızda bir yerden mesela okuyuculardan öyle yansımalar oluyor ki, siz yeni direnme noktaları, yeni enerjiler buluyorsunuz bu yansımalarda. Bir dergi bir kitaptan çok farklı. Kitap kişisel bir serüven, bir seyir, belki tek kişilik bir sandal… Ama dergi kocaman bir gemi… Ne usta bir kaptan, ne mükemmel bir mürettebat tek başına yetmiyor… Rüzgârın hangi yönden estiği, geminin iskeletinin sağlam olup olmadığı, kaptanın yol bilirliği ve nereye gitmek istediğini bilen yolcuların kattığı ahenk ancak yolculuğu yolculuk yapıyor… Biz bütün rüzgârlara açığız, ama bütün limanlara uğramak gibi bir derdimiz yok. Derginin, dergiciliğin bir tabu ya da varoluş dayanağı olmasından çok «hâlâ söylenecek sözü olma» hali olduğunu düşünüyorum. Yani tahammül içerden doğuyor ve bir gün içerde ölecek.
VK: ilk mektup’unda «bunu bizden başka kimse bilmedi» ile «sanki sen gelmesen ben gidecektim» karşılıklı oturuyorlardı. birden aralarına girdim: o anda, zaman kırıldı, mekân kayboldu ve çıplak bir acın kaldı karşımda. acın artık geçmişini ya da geleceğini kaybetmişti. ben acını aldım, ayaklarımın yere değmediği bir durakta, 19:48’de tramvay beklerken’e götürdüm. böylece acını özelleştirmiş oldum kendi zaman-mekân koordinatlarımda. tramvaya bindiğimde yanına otursam acını geri ister miydin? a) istersen, beni ikna etmek için hangi zamana ve mekâna götürürsün? «istanbul’un içinde başka bir istanbul»da bize kimi anlatırsın? b) istemezsen, şair-acı-zaman-mekân-okur ilişkisini açımlar mısın?
DÖ: Bence sadece şiir öncesinde yaşamda özelleştirilmiş bir acısı var şairin. Ki bu onu dürtüyor ve harekete geçiriyor. Birdenbire gündelik dilin içinden bazı sözcükler oltasına takılıyor ve şiir için sıraya giriyorlar. Ama şiirin hanesine yazılmaya başlandıklarında şairle şiiri arasına bir yabancılaşma giriyor. Uzun zamandır tramvaya binmiyorum ama ola ki binsem, yanında olsam da acımı geri istemezdim. Çünkü o zaten hâlâ bende olurdu. Senin ya da bir okur olarak benim herhangi bir şiirden çekip aldığımız acı da zaten kendimize ait… Ama acı her şey değil… Şiirin mekânı ile şiirin okunduğu, bulunduğu mekân ve okuyucunun mekânı çakışabilir… Bu okurla şair ve şiir arasında ayrıca bir bağ kurar yani… Ama böyle olmak zorunda değil. Geriye dönüp baktığımda «ben»i okuyan bir başka «ben» buluyorum çoğu zaman. Ve acı şüphesiz bir öğreti yaratıyor ama girdabına düşmeden…
İstanbul’un içinde başka bir istanbul’da hiç kimseyi anlatmazdım… Bunun bir kişiden öte, olmadığı için özlenilen yahut da olduğu hissedilen ama henüz varılamamış bir dünya olduğunu düşünüyorum.
VK: giderken hiç şiirini unuttun mu? şiirin de kendine ne yapacağını biliyor mu? öteki’nin gizilgücünün kaynağı nedir?
DÖ: Şiirin susup konuşmadığı zamanları hatırlıyorum… Bir şiiri bile üzebilecek kadar hazin durumlar karşısında… Ama benimle gelmediğini ya da onu unuttuğumu hatırlamıyorum. Çok acımasızca ve belki çok bencilce ama en olmayacak zamanlarda bile şiirle düşündüğümü hatırlıyorum. Yani şiir yazmak için değil ama bir dizeyle sevinmek bir dizeyle üzülmek, kızmak gibi…
Şiir ve şair birbirinden bağımsız ama alakasız değil…
Ötekinin gizilgücünün kaynağı hep olmayan yarımızı aramamız belki de… Yazarken olmayan ben, olmayan başkası… Harekete geçiren, parçalayan, kıran ve yerine başka bir şey koymaya çalışan…
VK: şair kadınların poetik suskunluğunu nasıl açıklarsın? annenizin size suskunluğa çağrısı ile bir benzerlik taşıyor mu, bu bilgeliğin kaynağı nedir?
DÖ: Her şeyden önce bunun bilgelik olduğunu düşünmüyorum. En azından kendi adıma böyle bir şeyi üstlenemem. Poetik susuşun karşısına ise şiirle söylemeyi koyabiliriz. Örneğin Mevlânâ Mesnevi’de önce kulak ol, ağız olma diyor. Her ne kadar bu yaklaşım tasavvuf sınırları içerisinde kalıyor gibi görünse de, bu insan-değer-yaşam ilişkisi içinde de kabul edilebilir. Şair kadınların söyleyecek çok şeyi olduklarını düşünüyorum. Bu, şairliğin kadınlığa, kadınlığın şairliğe boca edilmesiyle iç içe geçiyor. Söylemek çoğu kez yaralıyor. Bence kadınlar, söylemekten, her şeyi söylemektense, daha çok işaret etmeye ve kendiliğinden anlamaya giden yolu aydınlık tutmaya çalışıyorlar.
Çok konuşmak, çok söylemek, çok konuşmayı, çok söylemeyi çok istemek hatta göz’e gelmeyi istemek yaygın bir çağ hastalığı… Çaresi yok… Birileri çok konuştuğu için birilerini lal ilan etmenin anlamı yok. Şair kadınların şiirleri daha dikkatli okunmalı ve mümkünse çıplak gözle…
«annem susmaya çağırıyor beni» demiştim, doğru. Her zaman olmasa da dünyaya karşı ana rahmindeki cenin suskunluğunu özlediğim oluyor çünkü…
VK: şairin etiği dile geliyor dizelerinde, etiğin yoksunluğu estetik değerleri nasıl etkiler?
DÖ: Birçok şair bunların birbirinden bağımsız olduğunu ve şiirin bundan etkilenmeyeceğini düşünüyor. Ya da onlar, şiirin her şeyin üstünü örttüğünü, iyi bir kapatıcı olduğunu düşünüyorlar belki de… Ben bu düşüncelere katılmıyorum. İnatla, şairin hayatı şiire dahildir diye düşünüyorum. Ve benim için bu, bir cümleden daha fazla bir şey. Sonuçta hayata bakışınız şiire bakışınızı da belirliyor. İnsana verdiğiniz-vermediğiniz değerler şiirinize yansıyor. Bunun düzyazıda olduğu gibi anlatıcı, açıklayıcı olması gerekmez ama imgeler işaret ediyor bunları.
Etik açıdan sağlam bir duruşu olmayan ama buna rağmen «iyi» şiir yazdığını düşünenler olabilir. Ama zaman her şeyin efendisidir ve bu çarpışma er ya da geç gerçekleşecektir. Okuyucuyu küçümsememek gerekiyor. İyi bir okur satır aralarını okuyabildiği gibi şiirin perde arkasını da görebilir. Ben bu anlamda teknik olarak ne kadar kusursuz görünürse görünsün bazı şiirlerin damarından kanın çekildiğini hissediyorum ve orada sadece ustalıkla –belki– yan yana getirilmiş sözcükler görüyorum ama şiir, hayır…
VK: şiirindeki iran ile iran’daki şiiri yüzleştirdiğinde ne çıktı ortaya? farsça şiirinin yalnızlığını değiştirdi mi?
DÖ: Şiirimde İran yok. Dahası soruyu böyle sormamalı belki de… Benim İran şiirine doğru adım atışımın en önemli nedeni Furuğ Ferruhzad şiiriyle tanışmaktı. Onda önce insanı, sonra kadını ve hep şair olmayı gördüm. Bu benim gecikmiş tetiğimdi. Çok genç değilim ve zamanı daha doğru değerlendirebilirdim eğer yaşamım izin verseydi. Ama yine de açılan en ufak boşluktan bile faydalanmaya çalışıyorum.
İran’daki şiir de tıpkı bizim topraklarımızda olduğu gibi köklü bir geleneğe sahip… Mevlânâ, Hafız, Attar, Firdevsi, Sadi, Rudeki, Pervin Etesami giderek bugüne doğru Ahmed Şamlu, Simin Behbahani, Nima Yuşic, Sohrab Sepehri, Furuğ Ferruhzad, yani kısacası Modern İran şiiri diyelim tıpkı İran sinemasında olduğu gibi bence inceliklerin ve hayatın şiiri. Zaten doğuya «doğru» bir bakışın kalpte ve zihinde yanlış bir pencere açabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle benim yazdığım şiir için iyi bir deneyim ve öğrenim alanı olduğunu düşünüyorum bütünüyle İran şiirinin… Yalnızlığı yok etmek değil ama zenginliği arttırmaktan söz edebiliriz… Hatta kaliteli bir yalnızlıktan da söz edebiliriz…
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun