söyleşi: salih aydemir

Vedat Kamer tarafından Cu, 09/02/2007 - 01:48 tarihinde gönderildi

Kuzey Yıldızı: «(h)içlenmeler» adlı ilk kitabınızın kapağında «at last I’ve found it» yazıyor. Salih Aydemir’in ya da ‹ben’in bu iç yolculuktaki izlekleri nelerdir? En sonunda neyi buldunuz? Ben olmayı nasıl öğreneceğiz? İnsanın direnç noktasını oluşturan şiir, ben’i koruyup, acıma gösteriyor mu? Neden?
Salih Aydemir: sonunda buldum
                                       ve unuttum…

«sence ben herhalde bir bilmeceyim.
için rahat etsin: tanrı da bence öyle»
— yanılmıyorsam kleist’in sözleriydi bunlar.

‹ben’i kovalayan şey, yine ben’in kanında dolaşıyor. içimdeki düşman ‹ben’in, yani ilk ben’in ta kendisi. bu yüzden bulduklarımızı unutmak zorundayız. çünkü ben’in yıkımı için gereklidir bu. ben üstü bir zorlama korkunç bir eziyet sonrası öteki’ye yapılan yolculuktur. ve bu yolculuk kaçınılmazdır. şairin, genel anlamda da sanatçının yaptığı bu yolculuğun bir tek hedefi ve amacı vardır. öteki’ye ulaştıktan sonra ben’e dönebilmek. çünkü şair öteki ben’e ulaşan-ulaşmaya çalışan bir tutku insanıdır. öteki’dir… aslında ona hep sadık kalan… konuşma dilinin yetersizliği karşısında ruhumuzu tasvir edebilecek imgelerin arayışındayız. ilkel ben’in sığlığı karşısında öteki ben’in derinlikleri daha çekicidir. bu çekicilik şairi dehşet bir şekilde sarar, ağır ve tutuk bir dilden kurtulmasını sağlar. o yüzden ‹ben› ile düşüp kalkmak her zaman tehlikelidir şair için.

ben’ler arası yolculuk… insan bu yolculuğa çıkmadan, kendisindeki uyuşmazlığı, kendisindeki etki ve tepkiyi bir şeylere dönüştüremez.
ben’in iç yolculuktaki izlekleri; yola çıkmak, yolda olmaktır. çıktığınız ve olduğunuz yer hep bir ben’dir aslında. başka zamanlar, mekânlar içinde yaptığınız her yolculuk size umduğunuzdan daha değişik ve farklı izlekler taşıtır… ben’ler arası ilişki biçimlerinden doğan ilginç ve tehlikeli güdüler ve düşüncelerle parlayıp sönersiniz. zaman çoğu kez berrak ve yalıtkan değildir… kendinizi sevdiğiniz sürece kendinizden nefret etmeyi de öğrenmelisiniz. bu karşıtlığın sizde bıraktığı en önemli şey, yaşama gücünüzü artırmasıdır. yaşama gücünden kastettiğim şey ise elbette yazma gücünüzdür. o yüzden yazmak, ben’in iblisi olan öteki ile var olma tebaasıdır.
en sonunda ben’in iblisi olan öteki’ye nasıl gidileceğini buldum. çünkü öteki’nin cehennemi karşıma çıktı. bundan hoşlanmayan, zevk almayan bir şair olabileceğini düşünemiyorum. buna ben ile öteki arasındaki bir disiplin de diyebiliriz. ruhun müzikal atmosferinde bulduğunuz ne varsa size bir ayrıcalık sunar. buna sözcüklerin, imgelerin, dizelerin tutkusuna sahip bir melankoli de diyebiliriz.
öteki’nin girdabında un ufak olan ben’in şiirini yazmak… bu yüzden «ben» olmayı öğrenmek yerine, «ben» kalmak, zehirli ateşlerin sanrısıyla yazmaya devam etmek yeterlidir benim için.
o yüzdendir ki insanın direnç noktasını oluşturan hiçlik, şiirle korunup, şiirle yıkılabiliyor. hayat planlarımızın yıkılıp gitmesi gibi… savaşların en güzeli olan ölümle yaşamayı becerebilenler, şairlerdir.
nesnelerin ardındaki sırrı sözcüklerine taşıyarak yakalayan şairlerden yanayım. bu soruyu yine, kleist’in sözü ile bitireyim.

«her darbeye katlanmalı insan
tanrı kimi yakalamışsa, derim ki, o batmalı.»

KY: Başka ve sonrasındaki öteki’ye yönelimlerde bir sonuç mu şiir, ya da günah çıkarmada bir araç mı? Metinde durmadan çoğalan soruları şiir ile mi cevaplayacaksınız, ya da cevaplıyorsunuz? Şiirin kaynağı nedir?
SA: «hayattan en büyük tadı almanın başka adı: tehlikeli yaşamak» – nietzsche

şiir, hiçbir durumda sonuç olmadığı gibi günah çıkarma aracı da değildir. şair günahı sonsuz bir noktaya çıkarır ama günah çıkarmaz. şiir, bu yüzden zamana karşı günah işlemediğini kabul ettirir şairine. ilkel ben her zaman için bir sonuç yaratır. zaten bu noktada kalanların yazdıklarının şiir olmadığını da anlarsınız. şair, çıkmış ve çıkacak sonuçların yıkımı için savaşır. bu anlamda kendisinde ve hayatta durmadan çoğalttığı soruları şiirle cevaplar. kendisi olarak ve kendisi kalmayı isteyerek öteki’nin içine dalar.
şiirin kaynağıdır bu; öteki’nin içine dalmak…

KY: Gittikçe yozlaşan bir değerler yumağının içinde yitiyor insanlık ve siz öteki’ye ulaşmak adına bir iç savaş geçirdiniz. Ben, başka, öteki… hangisi yazma edimini yönetiyor? Bu yalnızlıklar ve acılar içinde kim kimin kanıyla beslendi, kim öldü, aşk iksirini kim içti?
SA: «ben» ve «başka» öteki için bir blöf; icat ettiğimiz sıkıntı doğaya ait. bu yüzden genetik ihanetler çağında yaşıyor olmamız bir başka sıkıntı. çünkü zaman oyunun kurallarını koyar; ölümcül sorular ve mezardan çıkmış cevapların peşinden gideriz. tanrıların elinde olan cehennem yok olmak üzereydi ve şairler tanrılardan cehennemi çalmak için savaştılar. çünkü şairler için öteki, bıkmadan ben’e dönmektir.
yazma edimini başlatan «ben» yazma edimini yöneten öteki’ye dönüştükçe yalnızlıklar ve acılar üretiyor. buna sözcüklerin titreşim ayarı da diyebiliriz. zevkin sismografisi sözcüklerin tınısında saklıdır. ince bir ürperti zalimce çıkar ve dize bu hallerin zemini olarak girer şiire. bu zeminde kanın, acının, yalnızlığın, korkunun, üşümenin, ağlamanın, kalmanın, gitmenin, unutmanın, susmanın kokusu vardır. inkâr edemezsiniz bunu. çünkü bunlar birbirleriyle beslenirler, çoğalır ve ölürler. şair, bu doğa olaylarını duyumsayarak tanık olur bunlara. çoğu zaman tanıklığı yetmez, sanık da olur. pencerenin ardından bakan şair, bir süre sonra dayanamaz ve gördüklerinin içine dalar. yaz siyahından içinde kanayan yaranın kırmızısına kadar yalnızlık ve acıyı kurar.
aşkın iksirini şairler içer…

«sen susuyorsun ve sabrediyorsun
çünkü onlar seni anlamıyorlar» – hölderlin

KY: Düş ve gerçeklik arasındaki ben’in duruşunu sorgularken kullandığınız şiir ve müziğin diğer sanatlardan farkı nedir? Şiirsiz insanı büyücü olarak nitelendiriyorsunuz, neden?
SA: şair, gerçeğe alışık değildir ama gölgesi gibi onu hep izler. izledikçe düş’lenir. alışık olmadığımız gerçek bizi bir şekilde düş’ün kollarına atar. içimizde kurduğumuz hayat (düş) aslında gerçeğin dolaylı sunumudur. zamanın takıldığı mekânın yaratıldığı yerde şairi görürsünüz. ben buna düş diyorum, siz gerçek diyebilirsiniz. çünkü eninde sonunda bir sırrı açıklamış olursunuz yazarak. bu «ben» dediğimiz sırrın ta kendisidir. düş ve gerçek arasında yaşanan med-cezir. kökten bir değişime uğrayabileceğiniz gibi kökten bir durulma da yaşayabilirsiniz. gerçek «ben»dir, öteki gerçeğin içindeki düştür. bu med-cezirde müziğinizi dinler ve şiirinizi yazarsınız. şiirin sözcüğü müziğin notasıdır. müziği diğer sanat dallarından ayırmamın nedeni de budur. kimileri buna katılamayabilir, hatta başka sanat dalları arasında da bu tür benzerlikler bulunabilir. bu, bir anlamda iyidir. çünkü bir zenginliğin göstergesidir. kimileri şiir-resim der, şiir-roman der, şiir-sinema der… elbette bu sanat dallarıyla da şiirin bağı söz konusu ama benim için şiir-müzik ana dayanak.
çünkü dünyanın geçmişinden kalan ilk mirasın şiir-müzik olduğunu düşünüyorum. şairi, yüzyıllar öncesinde büyücüye benzetip lanetlediler. gerçi günümüzde de hâlâ lanetlenmeye devam ediliyor. bunu yapanların aslında büyücü olduklarını ve asıl onların lanetlenmesi gerektiğini düşündüğüm için, şiirsiz insan büyücüdür, diyorum. ki bu lanetliler eninde sonunda biz şairlerin sözcüklerini, dizelerini, şiirlerini kullanıyorlar. yani;

«kötünün parçası olan iyi
kötüden daha kötü»

KY: Özlem, ben’i parçalarken öyle bilinmezlik ile parçalıyor ki, sen’e yabancılaşıp yitiyor. «Kendimizdeki başkalarını yaşadıkça özgürleşiyoruz» derken yitirişlerimizi nereye dahil ediyorsunuz? Hayatınızı özetleyen şiirle zamansızlığa ulaşabiliyor muyuz?
SA: özlem, edebi dönüşün bir parçası. dönüş için «ben»in parçalanması… gelecekteki «şimdi»yi yakalamanın derdi. kendimizle oynarken hep bir eksikliği duyumsarız. kuşkunun arzusu karşısında yasal olan her şeye «şimdi»yi katarak bir tuzak kurarız. çünkü şair, «şimdi»nin zamana sunduğu buyruğun geçmişi ve geleceği ile yaşar. sonuçta dönüşün de bir yasası var; ama bu yasa edebi yasanın sınırları içerisindedir. alaylı, ironik ve imgesel bir yolla tabii ki… kendimizdeki başkalarını yaşamak ve özgürleşmekten kastım bu… çünkü burada kazandığımız ya da yitirdiğimiz her şeyi şiire dahil ederek yaşıyoruz. geçmişin boşluğuna, geleceğin aynasına bakarak hayatımızı özetlemeye çalışıyoruz. işte bu ânlarda zamana karşı zamansızlığı savunmuş oluyoruz. ışığın görünür haldeyken görünmeyen haline geldiğinde inceliğin kaydettiği o âna takılıyorsunuz. amaç her şeyi zamanın dışına çıkarmak değil mi; imgenin kaydettiği zamansızlıkla dönmüyor mu şair? eski bir efsaneyi canlandırmak, şairlerin işidir… sözcüklerin yaşını başını aldığı çağımızda şair olmanın zorluğunu bir düşünün…

KY: Bireye indirgenmiş «öteki» kavramı Türkçe şiirde ne kadar, nasıl irdelenmiştir? Şiirinizin kaynakları nelerdir?
SA: bireye indirgenmiş «öteki»nin türkçe yazılan şiirde irdelendiğini düşünmüyorum. gülten akın, ahmet erhan yetmişli yılların sonu ve seksenli yıllarda bu sözcüğü şiirlerinde kullanan şairlerimizdir. bu sözcüğü en çok gülten akın kullanmıştır şiirlerinde. bunu çok anlamlı buluyorum. ancak burada kullanılan «öteki» sözcüğü sosyolojik anlamda içselleştirilmiştir. imge düzeyinde kullanılmamıştır. öteki’nin imgesel düzeye taşınmasının öteki-siz şiir ‹derdi› ile tartışılmaya ya da her şeyden önce düşünülmeye çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. ama felsefi anlamda daha önce tartışıldığını biliyoruz. bunu şiirde tartışmak, düşünmek bizim için önemliydi. öteki-siz’in şiir ‹derdi›, «öteki» imgesiydi.
biz dergi olarak yola çıktığımızda şairlerimizde şu kanı hâkimdi: öteki konusu felsefecilerin işi, bırakın onlar tartışsın, bizim işimiz değil. ya da öteki, dinsel mistisizm alanına girer, tehlikelidir gibi yaklaşımlar da vardı. bu yaklaşımlar bizi şaşırttı. ama şiirin imgesi olan «öteki»yi şiirde düşünmek için yolumuza devam ettik. 17. sayımıza geldiğimizde inadımızın doğruluğuna bir kez daha inandık. «öteki» imgesini hep birlikte düşünmeye başladık çünkü. şiirimin kaynağını soruyorsunuz. ikinci soruda şiirin kaynağı nedir sorusuna verdiğim yanıtla aynıdır. şiirimin kaynağı, doğal olarak şiirin kaynağıdır.

KY: Şiirsel denemeler olarak tanımladığınız «(h)içlenmeler» adlı eserinizde bambaşka bir yazın türüyle, ifade biçimiyle karşılaşıyoruz. (h)içlenmeler’in yapısındaki inceliklerden ve deneylerden bahseder misiniz?
SA: (h)içlenmeler adlı kitabım, bambaşka bir yazın türü değil… şiir sanatı içinde kullanılan türlerden bir tanesi… ifade biçiminden bahsedebiliriz bu arada… ben, bu kitapta, şiirin olanaklarının zorlanması gerektiğini savundum. çünkü şiir, biçim olarak bir kalıba sokulamaz. bu şiirin doğasına aykırı çünkü. kitabın türüne «şiirsel denemeler» dedim. indirgemeci ve statükocu bazı yazar ve şairler, deneme eşit değildir şiir, diyerek eleştirdiler. yani deneme ile şiirin zıt şeyler olduğunu yazdılar. diyelim ki öyle, peki şiire bu anlamda deneme’dir diyemeyecek miyiz? yazın türü olan denemeden bahsetmiyorum. şiirsel denemeler’den kastım da bu olmadı zaten. dünya şiirinde bu türde yazılmış birçok eser var. ama okunmuyor. türün ne olduğu değil, türün şiir olup olmadığı önemlidir.
shakespeare’in sonelerini alın… lautréamont’un düzyazı şiirleri, hatta mehmet rauf’un siyah inciler’i, baudelaire, rimbaud… örnekleri çoğaltabiliriz. «şiirsel denemeler» deyişimin nedenleri kitabın içerisinde açıklanıyor. sorular üzerine kurulmuş bir akışın yanıtlarıyla (kimi zaman) devam ediyor.
biçim olarak da 6/6/1 dir. kendiliğinden oluşan bir biçimdi bu. sorularla «ben»i parçalamaktı yaptığım. çünkü sonunda öteki’ye ulaşmak istiyordum…

«önemli olan sonsuz canlılıktır
sonsuz hayat değil.»

şiir için de geçerli bu.

KY: (h)içlenmeler’deki her bölüm tek cümlelik bir aforizmayla sonuçlanıyor. Değişik sahnelerin ve yoğun imgelem zincirinin ulaştığı bu sonuç aforizmalarını göz önüne aldığımızda (h)içlenmeler’in felsefi deyişler bütünü olduğundan söz edebilir miyiz?
SA: şiirsel deyişler diyebiliriz. yaşamdan bize kalanların ifade edilmesi. çünkü hayata taşıdığımız arzular sözcük sözcük damlar zincirlerimizin üzerine… şairin hilesidir bu; hayata sızar ve orada kalır; yazdıkları sonuçta paslı zincirin içindedir. ve hep şunu tekrarlar: hayata rağmen şiir…
şiire sığınmaktan başka çarem yok çünkü.

KY: İlk kitabınızda Leo adında bir karakterle karşılaşıyoruz. Leo’yu monoloğun sınırında bir denge noktası olarak kullandığınız içsel bir karakter olarak düşünebilir miyiz?
SA: dante’nin vergilius’u neyse benim için de (h)içlenmeler’deki leo, o. aralarındaki fark vergilius adında bir şairin yaşamış olduğudur.

KY: öteki-siz dergisi ocak 2001’de «şiir bir dünya görüşüdür» diyerek çıktı yola. Tavrı ile, günümüz edebiyat dergiciliğinde, en dikkat çeken dergilerden. Gerek dosya konuları ile, gerekse de «ben ve dil» üzerine yaptığı radikal denemeler ile «dert» oldunuz. Derya Önder ile kaptanlığını yaptığınız öteki-siz’in ilkeleri nelerdir, ne tür güçlükler çektiniz? Şair Salih Aydemir ve dergici Salih Aydemir bir çelişki oluşturdu mu sizde?
SA: şu âna kadar sorularınıza verdiğim cevaplar, bunları da içeriyor zaten. bir ‹derdi’miz var, şiir ‹derdi›. kalemin ucunu açmak yeterli değil, bu kalemin ölümü olur. düşün ve düşlerin de o körelen/daralan ve kırılan yerlerini sivriltmeliyiz. bu ben’in öteki ile yeniden yaşamasıdır. böyle baktık çıkarken ve öteki’yle çıktık yola, yoldayız hâlâ. dertler hiç biter mi?
şair salih aydemir ve dergici salih aydemir elbette bir çatışmanın sonucu. öteki-siz’de de benzerlerimizle buluşmayı değil çatışmayı önemsiyoruz zaten. şairlik ve dergicilik hem birbirini tamamlayan hem de birbiriyle çatışan durumlardır. bir şair için bundan daha iyi ve anlamlı bir savaş gösterebilir misiniz?

KY: Meriç Hanım gerçekte kim-kimler/ne-nelere denk düşüyor? Bunun nasıllığını s/im/ge çerçevesinde açıklar mısınız? Şiirinizde kullandığınız sözcükler arasında birçok şair için «şirin» olmayan sözcükler de var. Şiiriniz nasıl okunmalı?
SA: meriç hanım, aslında bir diş ağrısıdır. ağrıya, acıya ve sessizliğe denk düşüyor. bunun nasıllığını s/im/ge çerçevesinde açıklayamam. çünkü sır çözülür. bunu ben sizden istesem? meriç hanım’ı s/im/ge çerçevesinde açıklar mısınız?
şiirimde kullandığım sözcükler arasında birçok «şirin» olmayan sözcükler mi var? nelermiş acaba? merak ettim, örnek verseydiniz keşke… şair, şairi rahatsız etmeden duramaz ki…
şiirim nasıl mı okunmalı, elbette şiir gibi…

KY: Şiirlerinizde hemen hemen her ay için bir imge kullanıyorsunuz. Zamanı böylesine yeniden tanımlama ihtiyacınız neden kaynaklanıyor? Şairin içindeki çocuk hangi zamanda yaşlanıyor?
SA: zamanı yeniden tanımlamak bir oyun benim için… bundan zevk alıyorum acı çektiğim kadar. arı bir kalıntının bakışımı… sorun zamanın parçası olmama sorunu. eklenmek istemiyorum; her şeyi parça parça edip, sonra kendime yeni şeyler önermeliyim. parçanın tutkunuyum. dildeki şiddeti bu yüzden seviyorum. ve bu yüzden içimdeki çocuğu yaşlandırdıkça yazıyorum. yazarak yaşlandırdığım çocuk, şiirim bittiğinde ilk haline geri dönüyor. ben buna dilden kopuşun şiddeti diyorum.
içimdeki çocuğun açtığı boşlukta açılan kat kat sayfalar… sayfalar boyunca ıssızlık…
ölmekte olduğunu itiraf eden kaç şair var?

KY: Dergilerde yer alan Meriç Hanım şiir serisi, ocak 2002’de, yine aynı adla kitaplaştı. Lesbia, Aşk Kışlasından Mektuplar, Mösyö Albert gibi şiir serileriniz de var, henüz toplu bir şekilde göremediğimiz. Yakında bir kitap var mı, projeleriniz nelerdir?
SA: elbette var… bunu da başka zamanlara bırakalım.