maço - murat sayım

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 12:28 tarihinde gönderildi

Evin içinde herkes bir köşede oturuyordu. Arada sırada göz göze geliyorlar ama hiç konuşmuyorlardı. Suratları bembeyaz kesilmişti. Televizyonda ancak kendini güldürebilen komedyenler sıradan skeçlerinden bir tanesini oynuyorlardı. Ne Yeliz, ne Hakan, ne de anneleri Yeşim televizyon seyretmiyorlardı.

Akşam olmaktaydı. Kuşlar yuvalarına gitmeye başlamıştı. Boğazında balgam olduğu belli olan bir imam akşam ezanını okumaya çalışıyordu. Hâlâ evde ışıkları açmamışlardı. İnsanın koltuktan kalkmak istemeyeceği bir ruh haline bürünmüşlerdi; yalnız onlar değil, evdeki eşyalar da öyleydi. Hepsi ölmüş gibiydi. Her şey bir yana, salonun kapısı anlatılmaya değerdi. Orta boyda bir kapı, yağlı boya ile beyaza boyanmış. Kapının dış cephesindeki tokmak sanki eski çağlardan kalmaydı. Oyuk oyuk oyulmuş ve pirinçten yapılmıştı. Aralarında kirler birikmişti. Kapının iç cephesinde ise kapı kolu yoktu. Bir zamanlar kırılmış mı, çalınmış mı? Hiç bilmiyorum.

Hakan camın kenarında oturmuş yoldan geçenleri seyrediyordu. Ablası Yeliz kanepeye uzanmış tavana bakıyor, anneleri Yeşim yere bağdaş kurup oturmuş neredeyse hiçbir şey yapmıyordu. Hakan birden kısık bir sesle “Geldi” dedi. Yeliz yavaşça kalktı ve kapıya doğru yöneldi. Babaları zile basmadan Yeliz kapıyı açtı. Babaları ağır adımlarla içeri girdi. Kaşları alnının ortasında birleşmişti. Kahverengi gözleri buruşmuş, cildinin iki tane çukuruna konmuş gibiydiler. Saçları hâlâ kapkaraydı, yalnız ortası biraz kelleşmişti. Kulaklarının ve burnunun içi kıllarla doluydu. Koltuk altından gelen koku aurası haline gelmişti. Hepsi dudaklarını hafifçe oynatarak “Hoş geldin” dedi ve o da aynı tepkimeyle “Hoş bulduk” dedi. Üstünde kol uçları eskimiş mavi bir gömlek, düğüm yeri buruşmuş bir kravat ve fermuarı hiçbir zaman tam kapanamayan bir pantolon vardı.

Sofra kuruluydu, masaya oturdu. Azıcık atıştırdıktan sonra sofradan kalktı ve her zamanki koltuğuna oturdu. Kimse ona bakmıyordu ama hepsi onu izliyordu. Kulağındaki pisliği serçe parmağıyla temizledikten sonra, cebinden sigarasını çıkarttı. Önündeki sehpada kül tabağı yoktu, tam istemeye yeltenirken Yeliz önüne bir kül tabağı koyuverdi. Haliyle, babasının aurasına girdi. Yalnızca koltuk altı kokusu değil, buram buram içki de kokuyordu.

Pembe gökyüzü şimdi kararmış, kaskatı kesilmiş öylece duruyordu. Kuşlar çoktan yuvalarına vardılar. Hakan kalkıp ışığı açtı, eline uzaktan kumandayı alıp televizyonun kanallarını değiştirmeye başladı ve bir haber programında durdu. O sırada annesi kalkıp kocasına dönüp “Çay koyayım mı?” diye sordu. O da “Olur” diye cevap verdi. Yeşim mutfağa giderken, Hakan da babasına alçak bir sesle onu kırmayacak biçimde “Yine içki mi içtin baba?” diye sordu. Babası sigara dumanını yavaş yavaş üflerken birden hızlıca üfledi. “Arkadaşla birkaç bardak tokuşturduk” diye yanıtladı. Akabinde derin bir nefes daha çekti sigarasından ve “Ne bu suratınızdan düşen bin parça be! Gelir gelmez adamın asabını bozuyorsunuz, zaten işte sinirlerim tepeme çıkıyor,” sesi gittikçe yükseliyordu, “bir de sizin suratınızı çekemem” diye kükredi. Mutfaktan Yeşim’i çağırdı: “Yeşim gel buraya.” Yeşim geldi. “Bunlara hep sen akıl veriyorsun,” dişlerini sıka sıka konuşuyordu. Ayağa kalktı, sanki saldırıya hazırlanacak gibi bir ayağını öne attı. Yeşim de “Ben kimseye akıl vermiyorum” diye tersledi. Babanın suratı kıpkırmızı kesilmiş, burnundan soluyordu. Tekrar oturdu. Bir yere saldırmalıydı, yoksa rahatlaması imkânsızdı. Sehpaya sağlam bir yumruk attı ve tekrar kalktı. Yeşim’e yöneldi, elini havaya kaldırdı, tam Yeşim’e vuracakken Hakan elini tuttu ve itti. Sonra sehpanın üstündeki sigarasını alıp “Allah sizin cezanızı versin” dedi ve çıktı. Yeliz olanları seyrederken gözlerinden ağır ağır yaşlar akıyordu.

Bu tür hadiseler bu evde hemen hemen her gün yaşanırdı. Onun için burada olanlardan fazla bahsetmenin bir anlamı yok. Biraz da babalarının dışarıdaki hayatına bakalım.

Sinirli bir biçimde evden çıktıktan sonra, soluğu meyhanede aldı. Her zaman uğradığı bu meyhanede mutlaka bir arkadaşına rastlardı. Nitekim öyle de oldu. İki arkadaş bir masaya oturdular, içkiler de ısmarlandı, kadehler tokuşturuldu, futboldan, politikadan, kadınlardan sonra tekrar futboldan bahsettiler.

Gece olmuştu. Meyhanede tek tük insan kalmıştı. Kalktılar, hesabı ödediler, evlerine doğru yola koyuldular. Arkadaşı onu evine davet etti. Arkadaşında kimsenin olmadığını biliyordu. Onu kıramadı. Beraber arkadaşının evine gittiler. Uzunca sohbet ettiler. Yıllardır arkadaştılar.

Onlar sohbetlerine devam etsinler, ben de size neden arkadaşının evinde kimsenin olmadığını söyleyeyim. Arkadaşı Halil evliydi. O da iki çocuk sahibiydi. Ancak ne var ki, karısı beyin kanaması geçirdi ve öldü. Çocukları onu terk etti. Karısının ölümünden uzun yıllar sorumlu tutuldu. Sonra açılan davalar feshedildi. Dava dava koşmak herhalde onu yormuş olacak ki saçları bir gecede ağarmış.

Neyse artık geri dönelim. Halil “İyi akşamlar” dedi. (Size Halil’in kısa geçmişini anlatana kadar, evde olanları kaçırmışız.) Halillerden ayrılmış evinin yolunu tuttu. Eve vardığında kimse yoktu. Kapıyı açtı ve masanın üzerindeki notu okudu: “Biz annemlerdeyiz. Yeşim” Artık evde tek başınaydı, o her zaman oturduğu koltuğa değil, üç kişilik kanepeye oturdu. Biraz dinlenmek için kestirdi. Gözleri ağır ağır kapanıyordu ama uyumasına izin vermedi. Kalktı, üzerindekileri çıkarttı, kirliliğe koydu. Pijamasını giydikten sonra sızdı.

Sabah oldu ve sabah ezanını okuyan hocanın sesiyle uyandı, yataktan kalktı, giyindi. Saçlarını taradı. Gece geç saatlerde Hakan, Yeşim ve Yeliz gelmişlerdi. Onları uyandırmadan aynaya yakınlaştı ama Hakan onu takip ediyordu, kendine iyicene baktı. Tam evden çıkacakken Hakan kalktı ve “Baba, atletindeki beyaz saç kimin?” dedi. Göz göze geldiler ve kapıyı çekip gitti.