dupduru - eylem bal

Vedat Kamer tarafından Pa, 17/12/2006 - 18:14 tarihinde gönderildi

Bir gün batımı başını yukarı kaldırdığında gördüğü bu çağrışımsız rengin ansızın eriyip içine damladığı anı düşündü. Sanki aradan mevsimleri vagonlara doldurmuş upuzun tarifsiz bir tren geçmişti. Bugüne kalanları küçük sefer taslarına koyup geçmişe ufak bir yolculuk yapmaya karar verdi. Kendi rengi yoktu, saydamdı, yüreğine akanlar çoğu kez zihnine uğramadan yüzünde buluyordu anlamını. Oysa çok sonra anlayacaktı, öfkesinin köpük köpük olup içini acıttığı, dayanamayıp deli sağanaklarla yine kendine yağdığı, takvimsiz onca zamanın kabına sığamamaktan ileri geldiğini… Leylak rengine karışmış pembenin koynuna usulca giren maviyi gördüğünde şaşırmıştı. Usta bir ressamın paletinden çıkmışçasına anlatıyordu kendisini, bu adını koyamadığı renk. İlk kez gözleriyle dokunduklarında birbirlerine, aynı leylak kokusunun peşinden gideceklerini anlamışlardı. Bileklerindeki zincirleri koparmadan, yeni halkalar ekleyerek başka bir kente doğru yol aldılar. Bilekleri acıdığında birbirlerine sürecekleri merhemleri vardı o zamanlar. Bilmedikleri bir kentte geceleri usulca gökyüzüne kaçıp, boşluktan izlediler dünyayı. Yıldızların arasından kayıp derinliğin içinde kaybolmak istediler. Gözlerini kamaştıran hiçbir şey korkutmuyordu onları ya da öyle sandılar! Daha önce bilmedikleri bir tat vardı damaklarında. Sanki tüm yollar aynı patikaya açılıyordu. Mavinin pembenin koynundan usulca sıyrıldığı anlarda giden geminin köpüğüne gizleniyordu diğeri. Hem yanı başında hem de yitirdiği yerdeydi. Akıp giden, kayıp yiten ve yeniden çoğalan her defasında… Bu çağrışımsız renk belki de bu yüzden sırılsıklam bir şiire gizlemişti onun adını. Kendi adını da gökyüzündeki bir şölenin orta yerindeki melodiye. Oysa parke taşlarına sığmayacak bin bir çeşit geometrik şekle bölünüyordu zaman. Kimsenin aklına gelmezdi o zamanlar, miladı belirsiz bu masalda kendi rengini hiçbir vakit bilemeyecek olan bu genç adamı ayakta tutacak tek şeyin dijital dünyanın renkli sayfalarından gülümseyen bir şiir olacağını. Aklın olmadığı bir düzlükte yaşanırken her şey, gözlerindeki anlamı kelimelere dökmeye çalışırken yapacaklardı ilk hatayı. Geçmişlerine dair ne varsa doldurdukları çıkınları iştahla açıp saçacaklardı ortalığa. Sonrasında her biri başka vakitlerde üzerinden geçecekti yalınayak. Böylelikle taşıdıkları yükün ağırlığını aynı sanıp acılarını eş tutacak kadar ileri gideceklerdi. Oysa herkes özlemini duyduğu o her ne ise zannetmeye devam edecekti. Kendi renginden elbiseler dikiyordu kadın bugüne erken kalmışlığın kokusunu bırakarak her tele. Bu da yetmezmiş gibi kendi elleriyle giydirmeye çalışıyordu O’na. Saydamdı elbiseler ve gizlemiyordu O, kimsenin rengini. O’nu hep pembenin mavide dinlendiği mavinin pembede yaramaz bir çocuk gibi şımardığı bir ufuk çizgisi aralığında göreceğini sanıyordu. İşte bu yüzden korktu bu çağrışımsız renk kendisine armağan edilenlerden. Çünkü ufuk çizgisinde yaşamıyordu O. Daha çok izliyor, arada bir yanından geçip kendi düşüne seçtiği melodileri mırıldanıyordu. İşte merakını gizleyemeyip çok yaklaştığı bir an dengesini kaybedip küçük bir sarsıntı geçirmiş, çağrışımsız rengin kristalleri bulaşmışken üzerine kendimi kurtarayım derken, uçsuz bucaksız bir denizin içine damlamıştı. Boyalı bir düşün peşindeydi ikisi de. Oysa başka mevsimlerden geliyorlardı. Gece korkuturken birini, bir diğerine güven veriyordu. Güneşin kendisini yavaş yavaş tüketeceğini bildiği halde yeniden kendine yağdığında daha da çoğalacağını bilen kadın sarı sıcaklardan korkmuyor, diğeriyse şemsiyelerle dolaşmakta direniyordu. Biri düzlükte çırılçıplak yaşamak isterken o her ne ise, diğeri çitlerle çevirdiği bozkırında korunaklı giysilerle dolaşmak istiyordu. Kadın kendinden yansıyanların çarpıp geri döndüğü bu çok boyutlu tılsımlı zamanı bugüne taşımaya çalışırken ne kadar yorulduğunun farkında değildi o zamanlar. Aslında genç adamın bu dünyanın koynundan çıkıp geldiği o ilk gün anlamıştı gerçeği. Yatak odasındaki aynayla yüz yüze gelmek istemiyordu bu yüzden. Bundan sonra düşlerinin benzer olduğunu zannederek bekleyecekti. Onca zaman bu dünyaya ait olmadığını düşünmüş, günün birinde kendinden izleri yansıtan bir renkle karşılaştığında da yerçekiminden kurtulup ağırlıksız olabilmenin düşüne yatar olmuştu her gece. Üstelik beklemenin tüm acıların anası olduğunu bildiği halde. Köşelerini yuvarlamaya çalıştığı dairesel bir zamanda birbirine en yakın, birbirine en uzak yerlerde evcilik oynayarak geçiyordu zaman. Her şeyin bir oyun olduğunu yine her şey bittiğinde anlayacaktı. Yaşamındaki tüm oyunlarda sürekli ebe olmaktan sıkılmıştı. Bu yüzden çekip gidebilme, kendini koruyabilme özgürlüğü de elinden alınmış oluyordu. Oysa bu tuhaf oyunlara giriş biletlerini veren de her daim kendisiydi. Kıyıları dinginleşirse kimseler yüzmez sanıyordu onunla. Bunun derin bir yalnızlık kaygısı olduğunu yine daha sonra anlayacaktı. Zannedilenin beklenen olmadığını gördükçe daha bir derinleşip kabarıyor, öfkesi kıyıları yerle bir etmeye yetiyordu. Genç adam zaten hep kıyılarda dolaştığından yalnızca öfkeden pay alabiliyordu. Derinlere ancak kıyıya vuran dalgalarla binip gelebildiği o ender zamanlarda, kıyıdayken topladığı tropik meyveleri de beraberinde getiriyor, böylece belki de yalnız aromasıyla avundukları o tadı yaşatmaya çalışıyordu kısa bir süreliğine. Kadın üzerinde arsızca oynaşan yakamozların ay ışığından olduğuna inandırmıştı kendisini onca zaman. Oysa bileklerindeki zincirle yol aldıkları kentin, artık iyice solmaya yüz tutmuş, küskün ışıklarıydı bunlar. Gün ağarmaya yakın usulca gidiyordu genç adam bugünde yaşamak üzere. Kendince haklıydı. Dünü olmayan elbet bugünü yaşamak isteyecekti. Üstelik gece kendi rengine boyuyordu renkleri, bu yüzden güneşin ortasında oturamazdı. Geride kalan kentin solgun ışıkları da ondan yanaydı. Önceleri gidişlere sessiz kalıyordu kadın. Zamanla homurdanmaya yeniden kabarmaya başladı. Bir gün batımı ansızın düştüğü gibi bu kez de dalarsa derinlere boğulacağından emindi genç adam. Böyle bir riski hiçbir vakit göze alamayacağını anlıyordu artık. Onlarca gereksiz sözcük girmişti büyünün içine, bu yüzden de gerçek oluyordu her şey. Kendi rengini bulamadığından bugünden elbiseler giyiyordu genç adam. Hatta bir zamanların davetsiz misafirleri olan kardelenlerden bile sorumlu tutmaya başlamıştı kadını. Üzerlerinden hoyratça geçmeye başladı. Aslında kendisine bir isyandı tüm bunlar. Ayaklarının altından kayıveriyordu her şey. Büsbütün korkmaya başladı. Dahil olamıyordu hiçbir yere. Direndikçe karmaşıklaşıyordu her şey. Paletin içindeki renkler darmadağın olmuş balçık kıvamında bir acıya dönüşüyordu her geçen gün. Düş hiç başlamadan sona eriyordu… Başına ne geldiyse hep dünyayı değiştirme umudunun hiç tükenmeyişinden gelmişti kadının. Sığmıyordu kabına, başka denizlere hatta derin okyanuslara akmak istiyordu. Bunu yaparken çoğu kez yanındakinin kim olduğuna bakmadan, onu da bu tehlikeli yolculuğa katmak için sürüklüyordu yanında adeta. Oysa dingin kıyıların sadık limanlarıyla kalmak istiyordu her karşısına çıkan… O, her yenide yatağını biraz daha genişletiyor, biraz daha büyüyor, belki de okyanuslara daha bir yaklaşıyordu. Bir kanyonunun ağzında iyice kabaran öfkesi bir an önce varabilmenin telaşındandı. Ahhh bir anlayabilselerdi bunu… İşte tıpkı diğerleri gibi paletin içinde kaybolan son adam da anlayamamıştı köpüğün gerçek kimliğini… Onun içine damladığı ilk günden beri korkuyordu genç adam. Kaçarcasına kıyılara gittiği gün de korkuyordu. Ufuk çizgisinin çevresindeki eski kaçak dünyasına dönerken de korkuyordu. Oysa korkarken sevmeye, her şey gerçekken tutkuya vakit kalmayacağını belki de ömrünün sonuna kadar öğrenemeyecekti. Son yaklaşıyordu. Gökyüzü kararmaya başladı. Uçsuz bucaksız bir grilik tepeden tırnağa sarıyordu her yanı. Sevindi toy adam. Ne de olsa arada bir renkti gri. Özgürlük demekti onun için. İşte o an anladı kadın. Artık kendine değil O’na ve diğerlerine inanmanın zamanı gelmişti. Yüreği sıkıştı, sanki avucuna alsa parmaklarının arasında kaybolup gidecekti. Yanılmak istemiyordu bir kez daha. Tüm çabası o rengin O olduğunu görebilmek içindi. Derken griliğin arasından tüm çevikliğiyle bir ışık demeti parladı. Evet, evet bir yerlerde okumuştu “gecenin en karanlık anı ışığa en yakın olan anıdır’’ diye. Sonra homurdanmaya başladı gökyüzü. Ağlamak istiyordu kadın. Oysa yaşadığı her şey boğazına düğümlenmişti. Yalnızca tuhaf iniltiler çıkarmaya yetiyordu sesi. Derken deli bir sağanak başladı gökyüzünde. Gözlerinden bir tutkunun çılgınca isteğiyle akıyordu gözyaşları. Hiç ama hiç dinmeyecekmiş gibi yağıyordu yağmur onun gözlerinden yeryüzüne. Sonra gökyüzünde ansızın başlayan sağanak yine ansızın başlayan başka bir şeye bıraktı yerini. Yağmur birden dindi. Oysa kadın hâlâ ağlıyordu. Güneş bu iki arada bir deredeki sevimsiz griyi kovalamış ve her şeyi yumuşacık bir sarıya boyamıştı. Kadın hâlâ ağlıyordu… Hiç dinmeyeceğini düşündüğü gözyaşlarını düşünüp, daha bir katılarak devam ederken, süzülen ışık demetlerinden geçip yine kendine damlayan gözyaşlarının göğün ortasında bir şölene dönüştüğünü fark etmemişti. Derken başladığı gibi birden durdu göz pınarları. Sadık bir dostu kucaklar gibi çekti içine toprak kokusunu. Bir yerlere akmak, ulaşmak, birilerini kendine katmak gibi şeyler uçup gitmişti hem aklından hem yüreğinden. Peki ama neydi bu ayaklarını yerden kesen duygu? Hiç tanımıyordu bu yüzden de tarif edemiyordu. Tek bir şeyden emindi. Hafiflemişti. Ve o gün batımı başını yukarı kaldırdığında gökyüzünde gözyaşlarının yarattığı şöleni gördü. Birden o çirkin griliği anımsadı. Yaşadıkları öylesine başını döndürmüştü ki, unutuvermişti griliği. Derken O’nu. Grilik yerini yeryüzündeki tüm renkleri koynuna alan muhteşem bir gökkuşağına bırakmıştı. O mu? O’nun bu şölende yeri yoktu ki. Zaten O’nun olmayışı da umurunda değildi kadının. Kadın bu tarifsiz duygunun sarhoşluğundaydı hâlâ. Derken bir işaret gökkuşağının altındaki sihirli o her ne ise bakmasını söyledi. Hiç olmadığı kadar büyük bir güvenle yürüdü bu muhteşem şölene. Derken uzandı ve elleri tarifsiz büyüdüğü bir anda bunun yüzünü ona çevirmiş parlak bir nesne olduğunu fark etti. Gökkuşağının binlerce rengine inat parlayan bu ışık topu kenarlarında gümüş işlemeler olan sırlı bir camdı sanki. Biraz daha yaklaşıp eğildiğinde kendisini gördü bu sırlı camda. Sanki başkasının gözlerinden kendisini izliyordu. Derken hiç tanımadığı tenini acıtan bir gözyaşı damladı aynadaki kendisine. Önce biraz buğulanmış, sonra yine kendi duruluğuna dönmüştü aynadaki yüzü. İşte o an anladı kadın daha önce hiç hissetmediği, bu tuhaf ama sınırsız duygunun ne olduğunu… Yaşam… Yaşam: leylak renginin peşinden koşarken geride kalan yüzlerce rengi göremediğimiz müzikli bir şölendi. Ve “özgürlük”tü adını koyamadığı sarsıntı…

Temmuz 2001 / İzmir