Yağmur yeni kesmişti!
Tarlabaşı’nın parke taşlı arka sokağı ıslaklığını korurken, kaldırım taşları altında yer bulan su birikintileri, loş evlerin kimi pencerelerinden yansıyan ışıklarla menevişleniyordu. Birikintilere yaklaştıkça, gölgem, önce petrolün moruna, sonra maviye ardından gümüşi bir renge dönüşüyor…
Fötr şapkamı ve dizlerimin altına kadar uzun, kalkık yakası kulaklarımı örtecek kadar büyük bej pardösümü, lacivert pantolonumun duble paçası ve klasik kahverengi ayakkabılarım bütünlüyor. Arada, küçük su birikintilerine basmamak için sıçrayıp, dikkatli yürüyorum. Bu dünyadaki hacmimin tabanı ayakkabılarımı kirletmek istemiyorum.
Dirsek temasıyla yan yana sıralanmış apartmanlardan en sonuna, köşeye sıkışmış olanının önünde durdum. Yüzümü yukarı kaldırarak baktım. Eski apartman dört katlı ve her katında dar bir cumba var. Üzerine birçok haşere temizleme ve farelerle mücadele şirketlerinin küçük el ilanlarının yapıştırıldığı yarı düşmüş kunt demir sokak kapısını zorla iteledim. Kapı, iç gıcıklayan buruk bir sesle, apartmanın girişine yer etmiş çeyrek daire çizginin üzerine bir çizik daha bırakarak açıldı. Kapının apartman girişine attığı son imzaya inadına basarak içeri girdim. Yüzümü yalayan loş küf kokusuna karışmış kim bilir kimlerin hatıraları, dışarıdan gelen ıslak sokak kokusuyla çarpıştı.
Giriş karanlıktı. Gözlerimin alışmasını bekledikten bir süre sonra elektrik düğmesini buldum. Fosfor elektrik düğmesi, bir ateşböceği gibi parlıyordu duvarda. İçimden, ‹Apartmana göre yeni bir düğme. Markası Molvano olmalı, fosforlu olduğuna göre› diye, geçirdim. Parmağımı ateşböceğine götürdüm, aşağıya eğik eğimine bastım.
«Klik…»
Bu sesle, solgun sarı bir ışık yayıldı girişi yüksek tavanlı apartmana ve kirli geniş mermer basamaklı merdivene doğru yürüdüm. Arnovi tarzı ferforje basamak korkuluklarını süsleyen, gürz şeklinde pik dökme demir topuz tırabzanbaşını tutarak, ağır adımlarla basamakları çıktım. Kim bilir hangi ressamın fırçasından çıkmış, kat aralarındaki merdiven boşluk duvarlarını süsleyen yağlıboya manzara resimleri, ampullerden sıyrılan loş ışıkla parıldıyordu. Yarıya kadar flato ve yeşil rengin titremlerinin bol kullanıldığı bu silik ve kirli manzaralar, üzerine sis çökmüş, şimdilerde ‹Kara› denilen Hoyratdeniz’in herhangi bir yaylasının bir mezrasını andırıyordu. Her yukarı çıkan basamakla biraz daha netlik kazanıp, yeni bir kat sahanlığına gelindiğinde, sis tamamen ortadan kalkıyor ve her figür tek başına ortaya çıkıyordu.
Başımda, kenarına sıkıştırılmış sarı, mor ve kırmızı renk karışımı ince bir tüyle, sürekli sağa, sola, ön ve arkaya kaykılan fötr şapkamla, eldivenli ellerim pardösümün ceplerinde, dairelerden birinin kapısı önünde durdum. Kahverengi boyalı ahşap iki kanadında, küçük buzlu camlı gözleme pencereleri pirinç çerçeve ve çıngıraklı kapının kenarları kalın oymalı latalarla pekiştirilmiş…
Bir Osmanlı hançeri gibi içe kıvrık, keskin ucu sivri kitin ellerimin baş ve işaret parmağının arasında zor tuttuğum çıngırağı çeviriyorum ve boğuk bir ses çıkıyor.
Kapıyı açan yok.
Bir kez daha yineliyorum.
Yine boğuk bir ses. Uzun süredir ellenmemiş çıngırağın tınısına tozlar zırh olmuş.
Kapıyı yine açan yok.
Ellerim pardösümün derin cebinin dibinde anahtar arıyor ve buluyor.
Anahtar kayma yetisini kaybederek, parmaklarımın arasında yerini alıp, deliğe girdi ve kilidin içinde döndü. «Garçç!..» diye açılan kapının kenarlarından tozlar döküldü. İçeri girerken ardımdan kapıyı kapadım, el yordamıyla elektrik düğmesinin kulağını buldum ve çevirdim. Yanmadı. Yalama kulak uzun yıllardır kullanılmadığından idmansızdı.
Bir kez daha denedim, yandı. Hem de gür bir huzmeyle…
Yere baktım, ayakkabılarımın uçlarına. Desenli döşeme karoları üzerinde inanılmaz bir hareketlilik vardı. İnsancıklar, ışık yanınca sağa, sola, kaçışmaya başladı, şişesi kırılıp azat olmuş cıva parçacıkları gibi köşe bucak. Küçüçüktü insanlar, bir hamamböceği kadar. Eğilerek baktım, yüzlerini seçemediklerim içinde tanıdığım biri yoktu.
Sakindim…
Önce ayaklarımın en yakınındakini ve erişebildiklerimi sırayla, tabanlarımdan çıkan ‹pat pat› sesleriyle ezdim. Seri ayak hareketlerim, fötrümün kafamda bir tencere kapağı gibi oynamasına neden oluyordu.
Ne kadarını ezdim hamamböceklerinin!? Bilmiyorum. Öldürücü tabanlarımdan kaçan birkaç tanesi, yer karolarıyla aynı desenli süpürgeliklerin birleşme yerlerindeki aralıklardan girip gözden kayboldu.
Sakinliğimi koruyordum…
Gerisin geriye döndüm. Kapı eşiğinin hemen önüne konulmuş eski bir havludan bozma paspasta ayaklarımın tabanlarını silerken, üzerine nelerin bulaştığına bakmadım bile…
Sakinliğimi hâlâ koruyordum…
Askının önüne geldim. Üzeri bir karış toz kaplı ve aynasının cıvası yer yer dökük, sırı donuk, soluk ve sırsızdı…
Pardösüme çeki düzen verdim ve ayaklarımı dairenin tabanına sırayla birkaç kere vurarak onların sakinleşmesini sağlarken, ki ne de olsa onlar katildi, kendime baktım, yüzüm yoktu!
Yana yatık fötrümü önce düzeltip sonra çıkartarak askının rafına yavaşça bıraktım.
Şimdi, silik aynada bir karafatma, bir hamamböceği vardı. Bir süre öylesine, kendimi seyrederek kaldım.
Ensemden yüzümü ılık, yumuşak bir rüzgâr yaladı. Arkamı döndüm. Sofaya açılan kapılardan birinin aralandığını fark ettim, yel oradan geliyordu. Aralık kapıyı biraz daha açarak, odadan içeriye baktım. Penceresi açık odaya sokak lambasının ışığı dolmuş, kenara sıyrılmış tül perde uçuşuyordu. Bir kucak dolusu ıslanmış kuru yaprak pencere ve odanın içinde bu rüzgârla oynaşıyordu.
Serseri bir avlanduz poleninin toprağı döllemesinden peydahlanmış arsız ağacın dallarından biri, rüzgârla pencereye bir girip, bir çıkıyor ve her geri dönüşünde düzenli olarak ortaya çıkardığı gün ışığını andıran aydınlık küreyi odanın içine siyah beyaz film oynatan bir sinemaymışçasına bir dolup, bir boşaltıyordu. Tutunduğum kapıya yaslanarak içerideki bu garip, garip olduğu kadar da masum oynanan oyunu seyre daldım.
Bir süre sonra odaya girdim. Attığım her adımda, ayaklarımın altında yerlerinden oynamış, cilaları dökük eski parkeler, odanın içine kâh giren, kâh da çıkan ışığa gıcırtılarıyla eşlik ediyordu. Sanki odada başka birileri daha varmış da, onları rahatsız edecekmişim gibi parmak uçlarıma basmaya gayret ederek gıcırtıyı hafifletmeye çalıştım.
Camı örttüm ve geriye dönerek odanın kapısını sessizce kapattım. Daireden çıkıp, apartmanın merdivenlerinden inerek kendimi yine sokakta buldum. Geldiğim yere dönmüştüm, ayaklarım yine ıslak kaldırım taşlarına değmişti.
Geçmiş yağmurun ıslattığı bir sokak lambası vardı ve ışığı, yeniden başlayan çiseleme altında, örümcek ağına düşmüş bir ateşböceği telaşı içindeydi. Direğin iki yana uzanmış kolları rüzgârda sallanırken, az ileride bir aktar dükkânı saçağının altına sığınmış bir insanın karanlıkta seçilemeyen bedeni yanından yağmur suları içinden akıttığı galvanizli borudan garip bir sesle hızlanmaya çalışıyordu.
Karartının karşısına geldiğimde onun bir erkek olduğunu anladım. Sırılsıklamdı ve yüzü az önce bulunduğum dairedeki askı aynasında kaybettiğim yüzdü. Karşılıklı gülümsedik. Ona doğru bir adım daha attım. Şimdi, yüz yüze ve daha da yakındık.
«Parola?» diye sordu, «yoksa sizi kabul etmem olanaksız…»
Yüzümden kaybolmayan aynı tebessümle:
«Parola artık yok, artık o kaldırıldı, herhalde sizin haberiniz yok yeni gelişmelerden» dedim ve bir adım daha atarak ıslak paltosunun açık düğmelerinin arasından içine sızdım.
(*) Yayıma hazırladığı, ‹Serseri Standartları
Sempozyumu› adlı romanından
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun