birinci gün; okuyorum, eskimiş fotoğraflarımı yırttılar
yüzünü ışıklara dön, kapılar var iğreti hayatlarımıza açılan
yollardaki kesik çizgiler miydi tükenen?
yoksa, levhalarını mı yitirmiştik kaybolup gittiğimiz adreslerin içinde
adını koyamadığım ne çok ölüm var
bak bu yıl nâzım yılı, vatansız şairlerin doğum günü bugün!
çocuklarla toplanıp, günlükte eskimeye yüz tutmuş her ne varsa okuyoruz
—aramızda şair yok, tek avuntumuz bu
korkuyorum başlarına bir iş gelecek, neden diye sorma
bir kalem kendi kafasına kurşun sıkabilir mi, sıktırıyorlar işte
ne çok intihar ettik hatırlasana on sekizimizde, hepimiz birer aşk çalmıştık
—yaşantımızın bahçelerinden
yok olmamızı isteyen sokak serserileri olsa kâfi
koca bir dünya üzerimize yuvarlanıyordu, direniyorduk
sevgililerimizin elini tutamadan kaçırdık yabanıl bahçelere
sigarayı bıraktım, haftada bir iki tek atıyorum annem kızmıyor
yıl iki bin iki, ikinci üniversitem kimse inanmıyor adam olacağıma
bakma öyle gözlerime, ben adam olmaya değil yaşamaya gelmiştim, kandırdılar
—gözümü açtığımda lise sondaydım öncesini git babama sor.
kızdığım falan yok, ezik yaşamak zoruma gidiyor, kimliğimi istiyorum
en azından çocukluk resimlerimi istiyorum, leğende banyo yaparken.
ikinci gün; savaşıyorum, insanların nefesleri karışıyor
radyo yayınları hepten kesildi televizyonlar kapatıldı birer birer
bir gün öncesiyle bir gün sonrası arasında fark yok
—ha bugün ölmüşsün ha yarın
üşenmesem mantar toplamaya gideceğim meşelerin altına
giderek hiddetleniyor kış, güneşi gördüğümüz yok
yalanlarla kurulu topraklara ekilmez aşk tohumları
hatırlasana; ne çok hamile kaldı doğanın sağanak yağmurlarında
—şarabın ve sefaletin kör ettiği insanlar.
her geçen yıl daha da arttılar, arttılar koca ordular oldular
batan ülkelerin neferleriydiler; onlar ki açlığın tanrılarıydı
çoğunun kolları bacakları fabrikalarda kalmıştı, adına iş kazası dedikleri
umudu için geleceğin, dalından koparıldılar, karılarının koyunlarına giremeden
—öpemeden çocuklarını, mürüvvetlerini göremeden
çarklara sıkışan çapraz kurlara benzemiyordu onların sevdaları
ne sinema yüzü gördüler, ne de tiyatro, kitap bile okuyamadılar
sanattan alıp veremedikleri olmadı, onlar sadece ekmek istediler
—katığı soğan zeytin olan
evleri mi? güldürme, yaşasalar şükredeceklerdi hallerine, ona da yaşamak denirse
oysa güzel dünyalar kuracaktık gençken sene iki bin on beş
bir çok dostumuz otuzuna gelmeden öldü.
üzerimde halen kot pantolon var, saçlarım belimde aralarında bolca beyaz
şiir’le öykü de kocaman oldu, seneye okula başlayacaklar
anneleri sergide iki gündür görüşemedik, evde yalnızım.
televizyon çekmeye başladı, yeni bir saldırı daha, ölenlerin fotoğrafları suçlu sayılıyor ki
—gözleri tamamen oyulmuş
saçları kazınmış genç delikanlıların kafalarında kurşun izleri
özgürlükleri için dünyanın dört bir yanında çarpışıyorlar, paranın hükmü yok yüreklerindeki
—şarapnel izlerinde
hepsi ölü… biri hariç hepsi kahraman; o daha çocuk elinde oyuncak arabası…
umut mu? hiç kaybetmediler ki; biri yüz kansız ediyordu,
onların intikamları aşlarına göz koyanların, bebelerinin canına kıyanlarındı
açlıktan ölen her bebe bir şehitti anlayacağın.
üçüncü gün; boyanıyorum, pastellerim, sulu boyalarım kurumuş
havalar kötü gidiyor bu yıl, ölüm haberleri eksik olmuyor gazetelerde
ayazdan buz tutmuş ellerim, üzerimde kabanım yok
boynu bükük salkım söğüdüm yüzüm toprakla kardeş
duysun istiyorum dağlar, denizler, gün görmemiş yetimler
gözyaşlarım bir fidana can verir mi bilinmez ama ağlamak istiyorum
sustur komşuları bana soru sormasınlar hiçbir şeyin yanıtını hatırlamıyorum
silik apartmanlar kaldı benliğimde mahallenizin kenarında park var mıydı?
durağın camlarını ben kırmadım, hiç otobüs beklemedim o durakta
sadıktım, tüm randevularıma hep zamanında geldim
geciken koca bir kent vardı, sokaklarını mahsus çıkmaz yaptıkları
inat olsun diye sevgililere çay paralarını artırdılar utanmadan
otobüsler tıka basa dolu, yer yok, uçak kalkmıyor, trenler bozuk
parklar, bahçeler ayyaş yuvası; evden çıkmasak diyorum
bu insanlar kim, nereye koşuyorlar? ayakları birbirine dolanacak
ölü bunlar görüyor musun, inanmıyorum peki biz canlı mıyız?
burası bizim çocukluğumuzdaki memleket değil bizi kandırıyorlar
yeşili çoktan unuttum, maviyi on beşimde görmüştüm en son
yıl iki bin elli dört ağustosun on dördü ben bugün ölmüştüm
dördüncü gün; süsleniyorum, içimden gülmek geliyor
saat on ikiyi çoktan geçti uyumuşsundur
saçların yastığına dağılmıştır, rimelin kanatmıştır yüzünü
bense hâlâ gelecek olan dizelerimi bekliyorum
sabaha çok var, bugün dördüncü gün, üşümeye başladım
göz kapaklarım dükkânı kapattı kapatacak
rüyamda yazamıyorum kalemim, kâğıdım sızdı kaldı
susalım artık konuşmayalım bugün
yarın sonbaharla kışın çocukları doğacak
adını “bahar” koyacaklar kanımca.
beşinci gün; saklanıyorum, çocuklar hariç herkes ağlıyor
bu sabah tüm sabahlardan daha fena, canım sıkılıyor
koca bir şehrin altında kalmış sümbülleri andırıyor
—yatak döşek yatan saçlarım
gözlerimde anlamsız kaymalar var, sağa sola bakınıyorum
işe gitmek istemiyorum, kahvaltı yapamıyorum
ağzım kül tablası gibi kokuyor, dişlerim saman sarısı
beni kurtaracak yok mu diye bağırıyorum? Boğazıma düğümleniyorsun
sen de “bir nehir gibi akmak istediğini söylüyorsun.”
senin için bir ömür verip geldim
inan olmuyor böyle iki saat tiyatro, üç saat sinema
—doymaktan çok acıkıyorum sana
bir gün sokak ortasında seni öpersem kızma, sevdiğimdendir
bu şiirde seni seviyorum yazdığım için de kızma
sakalımı uzattım, suratım tanınmıyor; onun için hiç kızma
sevmesin beni senden başka kimse, istemem
—çocuklar hariç, onlara kıyamam.
altıncı gün; dinleniyorum, hiçbir şey eski gibi olmuyor
dönüşü olmayan yolculuklarda kaybettim seni
yeter dedim! dur durak bilmeyen kaçışlarına nedenler aradım
bilmem kaç zamandır arşınladım sokakları, kapıları parmak uçlarımla açtım
ne çok kanadım hatırlasana, yıl iki bin otuz beş uçaklar inmiyor gökyüzünden
kan kaybediyor insanlık “tükeneceğiz”
gittin! uzun uzun sana geldim. yoktun!
bozuk ritimli rüzgârlar ne güzel soyardı ağaçları, sonbahardı ve sen yanımdaydın
telâşa verdi içimin kıyamet sessizliği, bir yağmur çisesi gibi düştün aklıma
—ne olur bırakma ellerimi.
yedinci gün; gidiyorum, çocuklar sana emanet
yapacak çok iş var biliyorsun değil mi? Ülkeler kur
içine kentler yap adına ne dersen de; birine “barış” de hiç değilse
son gün geldi gidiyorum, neden gittiğimi anla, hesabı kestiler
daha kalmak, savaşmak isterdim ayaklarımda derman kalmadı
hani şimdi ölürsem diyorum ne olur?
en çok kitabım çıkar, belki ünlü bile olurum
ya öncesi, yani yedinci günün içine girerken
her gün defalarca pencereye çıkıp yolunu gözlemekten daha farklı bu anlıyor musun?
bu gece yatarsam bir daha uyanamayacağım, sonra sonsuza bakan iki göz
rüyamda çivilenmiş dağlardan aşıyorum,
güneşsiz her yer karanlık yastığım kardeş, yorganım düşman üşüyorum
yedi gün oldu canım sensiz, senle geçen bir ömre batırılmış iki çocuk
—zümrüt taneleriyle işlenmiş
bakışlarını hayatıma yaydığımı duymasınlar
kimse bir şey bilmesin sır gibi sakla beni,
itiraf etmek zorundayım – ben gerçek değildim
inanmazsan, yüzüme dokun, ellerin boşluğa düşecek
artık sonsuzum, şimdi bütün haftalar lânetli
yıl iki bin kırk üç gel(e)mezsin biliyorum
aylardan hazirandı hastaneye yattığımda
puslu bir ağustos akşamı gideceğimi söylemiştim sana
işte gidiyorum; beni anılarımın bittiği yere göm
ve son isteğim, çocuklara her şeyi anlatma sakın
her geçen saniye dağılan kırık bir aynayı andırıyor fotoğraflarım
ben seni bitmemiş şiirimde bıraktım.
yani tam burada…
8 – 22 Ocak 2002 / Narlıdere – İzmir
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun