alkış tutuyorum... - pelin erdoğan

Vedat Kamer tarafından Cu, 09/02/2007 - 02:22 tarihinde gönderildi

Sabahın fersiz ışığı griye boyamış sokakları. Şöyle güzel, pırıltılı bir güneş olsa, sokaklar pembe-sarı görünse! Kaldırım kenarında üç dört kedi dedikodu yapıyor. Tüh! El arabası: gıcııır, gırç!.. Kaçıştılar her biri bir yana. Tam da en heyecanlı yerindeyken! Şişman hanım balkondan çarşaf silkeliyor. Göz ucuyla bu yana bakıyor. Doğru. Ne ayıp! Aylardır silinmez mi bir pencere? Perdem de temiz sayılmaz. Ya şu bakışına ne demeli şimdi! Bu kadar da olmaz ki! Dikiyorsun gözünü. Ötekine. Daha küçük olana. Güneye bakana. Kırık, evet. Tüm kışı böyle geçirdim. Gazete kaplı. Böylesi, camlısından daha iyi. Okuyorum arada bir. Can sıkıntısına iyi geliyor.

Rüzgârın gıdıkladığı kol altlarım. Leş gibi. Ter. Tenimde. Yosun kokusu. Yakıcı. Denizde. Dans edişi rüzgârın, solunda ter, sağında yosun. Ben de girsem aranıza. Yer açsanız! Meloş’la. Tombul kolları. Boynumdan göğsüme bıraktığı. Tüm ağırlığı bedeninin. Gülümsetir yüzümü. Bir şey var, belki engeller gülüşümü: yanaklarıma sarkan göz altlarım. Halka halka. Ya da dağınık sakallarım? Batar mı gülüşüme? Acıtır mı? Meloş’un yüzünü. Cildim ne buruşuk öyle, çarşafım! Kederin telvesi. Yüzümde donan. Aynadaki siluetim: kirli bir kahve fincanı.

Sabahları bu kadar yalnız, bu kadar yılgın oluşum. Normal mi? Saklanma isteği, kaçma… Neden? Kimden? Tarifsiz bir çaresizlik. Kurtarıcısız. Dinmez bir ağrı. Sıkıntı. Göğsüme batıyor. Boğazıma sarılan eller. Sigara mı yaksam, yatağa mı atsam kendimi? Yatağım. Hep daha baskın. Acının en kolay tükendiği yer. Uyku. Battaniyemi yüzüme kadar çekiyorum. Kurtuluyorum. Kendimden? Bir gün ne çok ağlamıştım öyle. Hıçkıra hıçkıra! Gözüme konan bir resim: babam! «Erkek adam ağlar mı hiç,» diyordu, «sus!..» Pencereleri kapatmıştım. Işığı. Gözlerimi. Sıkı sıkı. Kulaklarımı. Ama gitmemişti babam. Ben susana dek. O günden beridir yatak da pek cazip değil ya…

Bugün yatak yok. Sigara da. Doğru sokağa! Daha çekici dışarısı kimileyin. Kahvede sohbet. Çay, simit. Reyhan kokusu güzel. Kâzım’ın kaş çatışı güzel. Elinde tepsi. Üstünde akrobatik bardaklar. Of, her şey güzel olmasına güzel de, yine de otur otur gün bitmiyor. Midem kazındı. Bir simit daha mı? Ben oturdukça. Kahveye çöken kararsız karanlık. Gün ışığını yok etme telaşı. Dünyanın dönüşünün. Eve gitmeli artık. Ağır ağır yürümeli. Belki gün ben sokaktayken tükenir.

Rüzgâr bir ara sert esmiş olmalı. Gazetenin ucu yırtılmış. Penceremdeki. ‹Esenyurt’ta dün gece yarısı,› demiş kalmış. Neydi gerisi? Bin defa da okuduydum. Hay allah! Tüm kış yırtılmayan gazete,.. Rüzgâr yine hızlandı. Perdem. Sokağa kaçıyor. Ben içeri kaçayım o zaman. Anam! Ah başım! Masa! Düşmek! Bilinç! Dua okuyor. Kim? Anam. Sahiden geldin mi? «Susma, devam!» Niye mi? Anlamasam da ne olduğunu, bu seste, bu ezgide bir huzur buluyorum. «Meloş, yoksa sen misin?» Hayır, masanın ayağı. Burun burunayız. Göz göze. Ne kötü kokuyor. Yalnızlık. Kan gibi. Masanın ayağının pası. Yatağım!.. Neredeyim? Yerde? Ne yeri? Masanın ayağı. Gözüme gözüme bakıyor hâlâ. Başım. Ne çok ağrıyor. Kanıyor mu? Çok korkarım ölmekten. Yalnızken… «Gel Meloş, gel, ge…»

Uzun bir boşluk. Hatırlamıyorum. Meloş’u istediğimi hatırlıyorum bir tek. Gözlerimi yeni açtım. Baygınlık ya da uyku hali? Başım. Ağrıyor da ağrıyor. Bugünlerde daha sık oluyor. Baş dönmesi. Gerisi boşluk. Yerden topluyorum kendimi. Kocaman adam düşer mi böyle durup dururken! Gülüyorum kendime. Arkası hıçkırık: kömür ocağından gelen inilti. Gördüğüm: kara bir ağ. Kömür tozlarından. Anıların ördüğü: «Ölmüş mü?» diyordu anası. Ne deseydim: «Yaşıyor» mu? «Kurtaramadım» mı? «Kocaman taşın altından. Bedenini Bilâl’in.» Öldüğünü söyledimdi. Yaşlı, nahif bacakları kadının. Külçe gibi. Yığıvermişti kadını yere. Beynime çakılan o düşme ânı. O günden bugüne dek. Belki düşmelerimin sebebi. Bağrış çağrış, sonrası. Ağdalı bir kalabalık: kabaran bir çaydanlık. Fokur fokur. Sıçrayan sesler. Benim de katıldığım ağıtlar. Gözyaşlarım. Kurban bayramlarının yağmurları gibi. Kanı toprağa katmak için yağan. Kokuyu bastırmak. Bilemediğimiz garip hüznümüzü belki. Babamın ‹sus› işaretleri. Bozmuştu yağmurumu. Orada kocaman, biz bize bir kalabalıktık. Acımız. Gidene bakakalmak. Hiç gelmeyeceğini bilerek. Kömür tozlu öksürükler. Ardından öfkelenmek. Bazen onu bile becerememek. Duygumuzu donduran rüzgâr. İçimize esen. Tek bir yaprağı bile oynatmadan. Hepimizin kafasındaki o ‹bir gün›. Ölümü bekleyişimiz. Neden tuhaftı öyleyse kendi acımıza yağmam. Gözyaşlarımda? Biraz da gökgürültüsü gibi inlemem, için için?

Masanın ayak ucu. Burun burunayım hâlâ.

Meloooooooooş!..

Olmayacak böyle! Kalkmalıyım. Tıraş olmalı, tütün kolonyası sürünmeliyim. Gitmeliyim Meloş’a.

Karanlık. Sokak ışıkları yanmazsa. Alnımdaki morluğu örtecek. Kolonyamı sürünmeden tutuyorum Karaköy’ün yolunu. Tıraş olmadan. Sanki geç kalmışım gibi. Telaşlı. Gece yarısı öncesi. Meloş yok. Henüz erken. Çıkmaz bu saatte. Güleçtir yüzü. Kahkahası baykuş çığlığını andırır. Esrarengiz. Böler geceyi. Dörde, beşe, yüze… Delici bakar. Karanlık yüreklere. İyi bilir mutlu etmeyi. Bir kıvraktır, bir cilvelidir, sormayın! Zıpkın gibi aletimi. Eritir bedenimi. Haftada iki sabah kızına gider. Cezaevinin kapısından kalçasını savurmadan geçer. Ya bir kutu lokum, ya bir torba dolusu gofret vardır çantasında. Biraz da temiz don, gömlek, atkı. Kızı pek güzel. Uzaktan görürüm. Meloş’u beklerken. Ama belli. Belli işte. Pek bir güzel. Minicik çenesi. Kaşı kalın. İri gözleri. Akıllı da. İçli. Okumuş şiirlerimi, kimselerin okuyamadığı. Eskiden yazardım. Kocası onu terk edip gitmiş. Aylarca gelmemiş. Sonra bir gün. Belirmiş kapıda. Şaşkın bakmış kadın. «Neredeydin?» diyecek olmuş. Demesine kalmamış. Tekme inmiş beline. Kocasının gözleri kırmızı. Alkolden? Dövmüş, dövmüş. Tecavüz etmiş. Öyle diyor kendisi. «Tecavüz etti bana, ben de soktum bıçağı!» «Tecavüz olur mu hiç, kocan o senin,» demiş mahalleli. Göstermiş morluklarını. Çürümüş etlerini. Bacak arasından sızan koyu siyah kanı. Anlatmış ağrıyı. Kasıklarındaki. Düşük yaptığını. Beş altı kere. Karın boşluğundaki yumruyu. Büyüyen. «Hastalık getirdi adam bana,..» diyecek oluyormuş, susturuyormuş mahalleli. Tınmamış kimse. Canına yetmiş onun da. Dellenmiş bir gün. Kocası abandığında yine üstüne. Bacaklarından kan sızarken. Canı bir yanmış, bir yanmış. Çığlık çığlığa, «İn üstümden, ölüyorum!» diye haykırırken, inmeyince üstünden kocası, yastığın altından çekmiş bıçağı, düşünmüşmüş bunu önce, karnına saplamış. Şiirimde diyormuşum ki,

‹Her şeye rağmen …………..
…buradayım. Kömür kokan yüreğinde.›

Bilâl’in nişanlısı «Yüreğindeyim daima,» dermiş Bilâl’e. Ölmeden önce Bilâl. Kömür ocağında. En son bunu anlatmıştı. Yan yana çalışırdık. Arabayı o çekerdi, halata ben asılırdım. Zehir kokmuştu ortalık. Karanlık olmuştu çok. Kapkara duman. İrili ufaklı taşlar. Kurusıkı ateş açan o ocak. Üzerimize. Aylar sonra yazdımdı o şiiri. Şimdilerde Meloş’un kızı. Bu şiire yaslamış sırtını.

Al şu kadını, tut elinden, götür,.. şeye, … nereye?.. Bilmem. Bir yere işte. Kızını da al. Bahçeli olsun. Gideceğimiz yer. Kömürden gelen üç kuruş. Geçmişimden kırıntılar. Emeklilik. Yeter de artar bile. Üçümüze. Çok çok okuduğum kitaplarım! Bugünümde ıssızlaştırıyor gözlerimi. Onları da alırım yanıma… ‹Rüya bitti. Kendine gel,› diyor gözleri Meloş’un. Hayalimde. Haklı elbet. Sahi, ne halt etmeye yaşarım ki ben inatla? Götüremiyorsam Meloş’u. Of Meloş, of! Bilir misin yüreğimde hep Mihriban çalar? Sorsam sana, «Böyle güzel bir aşk parçası daha var mı yeryüzünde?» Öyle ya, ünlem ünlem bakarsın. Bakma Meloş. Yoksa takarım kendimi o ünleme. Asılır kalırım. Elim ayağım tutmaz olur. Düşerim yere. «Yine mi?» dersin. Başım değil bu defa, belim ağrır. Kim bilir, kalça kemiğim ya da dirseğim. Perde havalanır, kitaplar açılır, girerim içlerine. Okurum, severim. Okurum, nefret ederim. Pek çok şey olurum okudukça. Uyku sonra! Derin. Derin uykular! Ya ocaktayım. Bilâl’le. Ya da anasıyla düşerim yere. Beynime çakılan o düşme ânı: bir türlü yere çarpmayan bedenim. Asılı kalmış havada. Sürekli bir düşme hali. ‹Uçmak› diyor buna çoğu kişi. Ben ‹Düşmek!› Yattığım yere işerim belki. Islak pijamamdan anlarım. Bacaklarıma yapışmış. Uyandığımda. Belki terdir. Ne fark eder, ter, sidik ya da başkaca şeyler? Odamda düşmüş olayım yine. Sokağa falan değil. Masanın ayağı da baksın hatta yine gözüme gözüme. «Katıl kavgaya!» de. Kaldırmaya yelten beni. İtiraz edeyim. «Sana Mihriban’ı sormuştum, kavga da nereden çıktı?» diyeyim. Alay edeyim. Peh, neyin kavgası?.. Ekmek? Özgürlük? Aşk? Yalnızlık? Kahkahalar savur. Alayıma denk düşen. Arkasına gizleyeyim ıslaklığımı. Utandığım. Çoğu kez. Pijamamdaki. Banyodaki sabun. Suç ortağı yalnızlığımın. İle yıkasam pijamamı. Yüreğimi. Senden arınsam. Acı veriyor varlığın. Yokluğun mu yoksa daha çok? Yıkanınca. Su bulanır. Düşer ayaklarımın dibine: çömelen bedenin. Kasıklarıma dokunuşun. Titrer bedenim. Dolgun kalçaların elimin altında. Ninni gibi yayılır. Dünya karşısında. Hep küçülen bedenim. Tek senin içinde büyür. Kıvrılıp gider derinlerine. Meloş, Meloş…

Yolu mu şaşırdım ne, bu değildi. Öteki sokak. Yürü yürü yol tükenmek bilmiyor. Meloş’a giderken. Taşlar. Burkuyor bileğimi. Kepir küpür. Az kaldı, gayret. Evi. Yokuşun başında. Kör Hamza’nın alt katında. İyi insandır. Sol gözü görmez. Kulağı da pek duymaz. Bir iki kere filmde oynamış. Üç saniyelik kareler. Ona bir dünya kadar büyük gelen. Meloş takılır. ‹Beni bir filmde oynatmadın ya, alacağın olsun,› diye.

Aa! Kalabalık? Sesler: «Ölmüş mü, ölmüş mü,..» Polis arabası. Mavi mavi bağırıyor. Karanlıkta. Yokuşun başında. «Ölmüş,» diyor Kör Hamza, «Ölmüş!» Kucağında Meloş’un kolları. Sallanıyor. Tombul. İleri geri. Bana doğru? «Meloooş, Melooooş!» Duymuyor! Düğüm düğüm. Boğazım. Hıçkırık. «Ne olmuş,» diyor birisi, «kim öldürmüş?» Başkası, «Kaçmış mı öldüren?» Mavi çığlığı. Arabanın. Yüzlerini aydınlattıkça. Yapışıyorum kollarına: «Meloş?» Sırtıma dokunuyorlar. Ağır ağır. ‹Tap tap!› Kekre bir teselli. Mavi çığlık. Döne döne. Aydınlatınca Meloş’u. Kırmızı bir çizgi. Görüyorum göğsünden aşağı. Aktıkça bölen. Dörde, beşe, yüze geceyi. Kan gibi kokuyor. Masanın paslı ayağı. Korkularım. Ölüme dair değil. Şimdi yaşamaya. Gözlerimden yaş düşecek oluyor. Babam sesleniyor; «Erkek adam ağlar mı?..» «Aglamaz,..» diyor Meloş, «Sakın ola ağlama. Erkek adam ağlamaz.» Bir türkü tutturuyor, ‹…Sarı saçlarını deli gönlüme. Bağlamışım çözülmüyor Mihriban…› Alkış tutuyor bir de. Savuruyor saçlarını: tel tel baykuş çığlıkları. Geceden sızıp. Yüreğime çarpan. Şuh. «Gülelim be anam, dünyadan göçüşüme gülelim!»

Alkış tutuyorum. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Hiç olmadığı kadar kocaman!

***

Gece ne kadar gri. Şöyle ay ışıklı, pırıltılı bir gece olsa…

12 Haziran 1999 / Beyoğlu