çalıntı öykü - pelin erdoğan

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 17:07 tarihinde gönderildi

Kanlıymış başı. Gömleğine akmış. Çok.

— Pencereden uzak dur, demiştim.
— Ben gelinceye kadar öykünü tamamla, döndüğümde okuyacağım, demişti.

Daha önce yolcu ettiklerimin hiçbirisine sallamadığım elim uzun uzun havada asılı kalmıştı. O’nu yolcu ederken. Tren gözden kayboluncaya dek. Sanki bir daha hiç göremeyeceğim uzak bir yere gidiyordu.

«Onun olduğu vagondaki. Pencere kırıkları…»

Öykümün ilk iki cümlesi. Gardan eve döner dönmez yazmaya başlamıştım. Pencerenin önüne oturup. İzlerken denizi. Trene taş atan çocukları anlatmıştı bana bir gün. Üzgündü. Nedenlerini düşünüyordu; bazen sesli, çoğunlukla sessiz.

O iki cümleden sonra ikinci paragrafa geçtim: —O’nu kahraman edindiğim bir öykü yazma eğiliminde olduğumu o cümleleri yazarken hissetmiştim. —

«Konya’da yaşıyordu ailesi. Tarlalarının mahkemelik bir işi varmış; nasıl çözeceklerini bilememişler, çağırmışlardı yanlarına oğullarını. «Tren,» dedim, «en iyisi.» Aldık tren biletini. Bilmeden daha. Vagondaki çığlığı.»

İkinci paragrafa binen o sahipsiz çığlık ürkütmüştü beni. Neden yazmıştım böyle, ‹vagondaki çığlık› nedendi? Pencereden içime kaçan bir martı, çığlık çığlığa. Öyküye mi yolu? Ne olur öyle olsundu öykümdeki, sadece bir martı çığlığı! İçimde kötü bir şeylerin olacağı haberlerini yayan cüceler bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Yalvardım, «Gidin, gidin!..» Gitmediler! Kötü bir şeyler olacaksa… Öykü kahramanım O olmasındı, vazgeçmeliydim hemen! Evhamlanmıştım. Yazmasam, diyordum. Olmaz! Söz vermiştim. O dönene kadar bitirecektim öykümü. Ara verdim yazmaya. Kahve iyi gelmezdi sinir bozukluğuna. Adaçayı içmiştim. Adaları izlerken. Kınalı mı, Burgaz mı daha belirgindi? Sis hangisinin üzerine daha çok çökmüştü? Gözlerimi denizden ayırıp duvara yöneltince sisin en fazla odaya çöktüğünü fark ettim. Duvardaki tablonun renklerini silmişti. Çayımı yudumlarken uğulduyordu. Uçurum sesim. İçimde: «Bu sadece bir öykü, hepsi bu!» Rahatlayamıyordum. Kimileyin sezgilerim henüz yaşanmamış şeyleri çalıyor ve öykülerimin satırlarına düşürüveriyordu. Çalıntı öyküler!

Uyuklamışım. Uyandığımda sis dağılmıştı. O’nun gözleri: Tablo aydınlanmıştı. Çektiğim son fotoğrafından bakıyordu. Bana sanki. Ovaları anlatışı geldi aklıma. Tren yolculuğunu bu denli sevmesini ovalara bağlayışı. Anlatmalıydım. Sesli değil. Ses uzayda uçup giderdi. Kalıcı olmalıydı. Yazmak isteği iyiden iyiye tutuşturmuştu ellerimi. Ovaları çizmeliydim. O’nun gözlerinden treni. Ellerindeki irili ufaklı taşlarla çocukları. Evlerini. Yakın uzak köylerdeki. Vagondaki çığlığa. Pusuya yatmışlar. Ovada. Tren yolunun az ötesinde. Gözlüyorlar yolunu. Trenlerin.

«Başını yasladı. Pencereye. Kırılmamıştı hayır, henüz değil!.. Gözlerinden çıkıp yapışıyorlardı hayaller, anılar hâlâ sağlam olan pencereye. Çok sonra ovaya düştü güneş. Yuvarlak bir şapka gibi. «Kırmızı başlıklı ova!.. Büyükannesine çörek götürüyor» diye düşledi. Acıktığından belki, canı çörek istedi. Evde annesini kendisine yemek yaparken düşledi: Damağında erkenci bir lezzet! Sabırsızlandı. Konya’dan önceki son köyü geçiyordu tren. «Akşama varırım» demişti annesine telefonda ve el sallarken garda sevgilisine. Güneş çok güzeldi. İzledi toprak damlı evleri. Ovalar yeşil, hep yeşil olsun istedi. Başaklı tarlalar sarıydı oysa. Yeşile boyadı başakları. Kirpikleriyle. Yeşil uzun başaklar! Altın sarısı değil, zümrüt yeşili. Çocuk sesleri serpildi ovaya; kimisi yakın, kimisi uzak:

— Gadiiir, gooş ulan, dren geliyoooo!..
— Senden hızlı goşmayanın anasını…
— Hüsso len, Hüsso! Bak hele bana, nassı atıyom, nassı dek getirecem… Gırmassam bu defa…
— De get, gocaman o! Boyundan böyük. Galdıramıyon bile. Yuvarlak olanlar daha hızlı gidiyo.
— Yok len, gör bak! Gadir bilir beni, geçende de atdıydım, bundan bile böyüktü…

Sesleri gürdü. Ürktü güneş. Ova, toprağının içine aldı güneşi, korudu. Uyku yaydı kararan gök. Gözleri ağırlaştı. Tam uyumak üzereydi ki, kocaman bir elma döne döne üzerine doğru geldi, -evrenden bir sırrı gizler gibi mırıldandı: ‹Newton’un başına düşen işte bu elma, bu elma!›- hızla! Saniyelerden çok daha kısa olan bir zaman dilimi uzadı, uzadı gözlerinde: Anımsadı sevgilisini, çıplak olduğu anı, kompartımanda, karanlığı delerken tren: İstanbul-Ankara Ekspresi. Mavi. Gök değil, tren. Gök kara. Koyu kara. Boynunu öptüğü…»

Boynumu güzel öpmüştü. Çıplaklığımı. Gecenin ve benim. Yol hiç bitmesin istemiştim. Aşk henüz doğuyordu aramızda. Uzun süren bir dostluk ertesi. Açan yeni bir çiçek. Taç yapraklarının acemi uyanışı, esneyişi güneşe yönelip. İlk gün ışığı. Kaygımı hatırlamıştım. O’nunla sevgili olmaktan korktuğumu. Kaygı aşk için fazla bir duyguydu: Yenildi. Sevgili olmuştuk o yolculuktan, öpüşten sonra. Pencerenin önünde ellerimi iki yana açmışken ben, gece dolarken içime; uykulu, kör ışıkların aydınlattığı her istasyon yakınında çıplaklığımı kolları arasında gizlerken, istasyondaki insanlardan kaçırırken tenimi…

«Anılarından saldı sevgilisini. Çocuklara bakınca. Elma uçarken havada. Sert sulu. Koşuyorlardı trene doğru. Karanlıkta o gün, İstanbul-Ankara Ekspresi’nde, nasıl zor gördüyse sevgilisinin boynunu, öyle zor gördü boyunlarını. Çocukların. Ellerini seçemedi. Küçüktüler. 5-6 yaş grubunun elleri. Ne kadar küçükse o kadar küçüktü elleri. Taşlar değil. Onlar iri bir elma gibiydi. Hele o bir tanesi, dönerek gelen, büyüdü, büyüdü, pencere kadar oldu.

Elma uçarken havada -elma değil, taş- ışıklar yanmaya başlamıştı çocukların evlerinde ve başlamıştı yemek telaşı:
— Hüsso nirde gı, sofrayı hazırlıyom…
— Gadir’le dren yoluna doğru giderken gördüydüm…
— Ocağı batasıca, oyun oldu mu her bi şeyi unutuyo…

***

Trenin. Durmadan hiç. Dönüyordu tekerleri. Rayların üzerinde. Bildi miydi taşları? Onlardan mı kaçıyordu?

***

Elma uçarken havada -elma değil, taş- ışıklar yanmaya başlamıştı O’nun evinde ve başlamıştı yemek telaşı:
— Oğlan gelmek üzeredir, goş getir çırayı, ocağı tutuşturuver. Akşama varırım dediydi. Pek acıkmıştır…
— Daha var gelmesine, az bi telaş etme, dur hele…

***

Kaçamadı tren. Yeterince hızlı. Çarptı taş. «Elma!» diye haykırdı! Acıyla!? Yolcular «Eyvah!» diye inledi sandılar. Vagonun içine yuvarlandı taşla beraber, kocaman demir tekerlerden daha gürdü sesleri:
— Elma!
— Elma değil, taşım!
Kapandı hemen gözleri. Kanadı başı. Çok. Yolcular çoğaldı birden yanı başında. Yıldızlardan bile çoktular. Gözkapaklarının altına süzüldüler panikli bir uğultu halinde. Kirpiklerini çekiştirdi biri. Başaklardan hüzünlü bir yeşillik yayıldı evrene. Fark edildi mi? Biri kolundan, biri bacağından çekiştirdi. Konya’da bir kadın hızla elini çekti ocaktan: «Anam, yandım!» Yükseldi gardan ıssız bir el sallayış. O an çığlık çığlığa bağırdı vagon. -Martı sesi.- Penceresi kırıldığından. Yandı canı.»

Öyküm bitmek üzereydi. O’nun dönmeyeceği, öykümü okuyamayacağı hissi evham olmaktan uzaktı artık. Biliyordum. O’nun ölümünün çalıntı bir öykü olduğunu. Kalemimde.

Deniz yükseldi, yükseldi gözlerimde. Battı gözbebeklerimde adalar. Kanatlarından ıslak bir yalnızlık yayıldı gökyüzüne martının. Mağrur bir çise düştü gara, yanağıma. El sallayışım vagondaki çığlığa karıştı.

İsyan güç kazanmak için üstleneceğim en iyi roldü. Acıyı bastırmanın kavgacı şekli. Burgaçlanan tüm iç organlarıma, boğazımı sıkan çirkin, yapışık ağrıya rağmen bitirmiştim öykümü. İsyanımı iri bir elma yapıp fırlatmıştım öyküme —ilk cümlelerime eklediğim son cümlelerim—:
«Gibi kırıktı. Kemikleri. Başının. Yolculardan biri söyledi. Çok kanlıymış başı.»