yaşamı yansıtan aynalar, günlükler... - zafer yalçınpınar

Vedat Kamer tarafından Pt, 05/02/2007 - 11:20 tarihinde gönderildi

Edebiyat ve sanat dünyasından tanınmış kişiler tarafından yazılan günlükler, tüm gerçekliğiyle yaşamı yansıtan birer ayna olarak karşımıza çıkmaktadır. Günlükler, yazarlarının iç dünyalarını kurgusuz bir biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı bilgilere birinci elden ulaşmamızı sağladıkları gibi, yazıldıkları dönemin önemli olaylarına ilişkin tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlar.
Günlük isimli yazın türünün tarihsel gelişimini ve geçirdiği evreleri incelemek istediğimizde bu yazın türü için iki ayrı dönem olduğunu fark ederiz. Bu dönemlerden ilki günlüklerin edebi bir nitelik kazanmasından önceki dönemdir. Tarihte ilk defa Romalılar günlük kullanmıştır. Edebi içerikten yoksun, birtakım kamu kuruluşlarında yapılan işlemlerin unutulmaması amacıyla tutulan ve «commentarii» adıyla anılan bu ilk günlükler, duygusallıktan uzak notların kabaca birleşiminden oluşmaktadır. Tarihte bu çeşit günlüklerin savaşlar ve askeri hareketleri not etmek amacıyla kullanıldığı da görülmüştür. Bu günlükler şüphesiz tarihçiler için önemli kanıtlardır fakat içtenlikten uzak ve sıradan notların bir çeşit üstünkörü birleşimi oldukları için edebi açıdan değer taşımamaktadırlar.
Günlükler -Leonardo da Vinci’nin bilimsel notlarını saymazsak- edebi değer kazanmaya ancak Rönesans sonlarına doğru başlamıştır. 1768-1840 yılları arasında İngiltere Kraliçesi’nin nedimesi ve roman yazarı olan Fanny Burney, saray dedikodularına ve pek çok olaya kendi duygusal izlenimlerini ekleyerek yazdığı günlükle İngiliz edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Fanny Burney’in günlüğünün ilk satırlarında karşılaştığımız şu sözlerde günlüklerin edebi içerik kazanması ve zamanla karakterlerinin değişimi açıkça ortaya çıkar:
«Düşüncelerimin, yaşantılarımın, tanıdıklarımın, hareketlerimin hikâyesini, zamanın hafızadan daha çevik davrandığı saatte elimde bulundurmak istemem beni günlük tutmaya zorluyor. Bu günlüğe her düşüncemi geçirmeliyim, tüm kalbimi açmalıyım.»[1]
19. yüzyılın ortalarına doğru, romantizm akımının en yoğun dönemini yaşamasıyla birlikte edebi değer taşıyan günlükler çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya başlamıştır.
Günlüklerin edebi değer kazanmasıyla başlayan ve günümüzü de içeren ikinci döneme ait eserler incelendiğinde içerik ve anlatım açısından iki çeşit günlük olduğu görülmektedir. Günlükleri sahip oldukları içerik açısından ayırt etmeden önce anı yazılarıyla arasındaki farkları belirtmekte fayda var diye düşünüyorum. Gerçekte anı yazıları birçok özelliğiyle günlüklere benzemektedir. Anılar, yazarların yaşlılık çağında yazdıkları ve yaşamları boyunca karşılaştıkları olayları nesnel bir şekilde ortaya koyan yazılardır. Üstelik anı yazılarının anlatım açısından kurgusal niteliklere sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Günlükler ise daha öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden kopup gelen kurgudan uzak yoğun düşüncelerin toplamıdır.
Edebi değer taşıyan günlükleri içerikleri açısından incelediğimizde karşılaştığımız iki türden ilki, ruhsal çözümlemelerle dolup taşan, yazarın içsel karmaşasını ya da dinginlik arayışını sayfalara döktüğü, monologlarla ifade edilmiş yoğun metinlerdir. Bu metinlerde yazarın yaşadığı duygusal coşkunluğu bulabileceğimiz gibi, çeşitli kavramlar hakkındaki düşüncelerin yazarın bilincindeki açılımlarını da bulabiliriz. Bu gibi metinler edebiyat dünyasında «içedönük günlükler» adıyla anılmaktadır. Stendhal’in günlüğü bu metinlere örnek gösterilebilecek niteliktedir. İçedönük günlükler deyişiyle anlatılmak istenenler Stendhal’in günlüğünden yaptığım aşağıdaki alıntıyla daha da netleşecektir:
«Nosce te ipsum, kendini tanı. Benim bu amaçla kullandığım araç, bu günlük… Günlüğüm, varlığımın durumunu kesinlikle ve sadakatle yansıtmak amacını güdüyor. Olanları ne iyi göstermeye çalışıyor, ne de olduğundan kötü. Yer aldığına inandıklarımı apaçık, kesin, düpedüz anlatıyor, o kadar…Bilincimin gizli ve derin taraflarının yazıya dökülmüş şeklidir bu günlük…»[2]
Bu alıntının son cümlesinde geçen ‹gizli› kelimesinin üzerinde durmak gerekir. Çoğu yazarın, açığa çıkması ahlak açısından mümkün olmayan mahrem düşüncelerini ve eylemlerini günlüklerine oldukları gibi geçirdiklerini görebiliriz. Bu duruma en iyi örnek edebiyat dünyasında çok önemli bir yere sahip olan Rus yazar Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in «Gizli Günce»sidir. Bir düello sonucunda öldürülmesinden(1837) bir sene önce şifreleme kullanarak yazmaya başladığı bu günlük, müstehcen deneyimlerle, bitmek tükenmek bilmeyen aşk kumpaslarıyla doludur:
»(…) Hayat ya huzuru, ya da özgürlüğü verir. İkisi yan yana olmaz. Huzur alçakgönüllü bir şekilde teslim olmayı gerektirir ve bu huzurun özgürlükle bir ilişkisi yoktur. Özgürlük tutkum, beni içinde huzurun bulunmadığı sonu olmayan ilişkilere sürüklüyor. (…) Eş ve sevgili arasındaki fark, eşinizle şehvet olmadan yatağa gitmenizdir. (…) N.›nin sosyetedeki başarısı arttıkça, sosyetedeki daha çok kadın beni taciz ediyor. Bana teslim olmak onları olduklarından daha güzel gösteriyor. Çünkü benim onları karım gibi bir güzelliğe tercih ettiğimi görmek onları kendini beğenmiş bir hale sokuyor. (…)»[3]
1947 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen ünlü Fransız yazar André Gide’in 1889-1949 yılları arasında tuttuğu günlük, edebiyat dünyasında romanlarından daha büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. André Gide, iki bin sayfayı aşan bu uzun günlükte öz benliğiyle hesaplaşmasını, çalışmalarında uyguladığı disiplini, çeşitli olaylar ya da eserler hakkındaki düşüncelerini ve teolojik çıkarımlarını büyük bir içtenlikle anlatmıştır:
»(…) Hıristiyanlığın esas niteliği, nefsinde birtakım savaşlar hayal etmektir. Fakat kısa bir zaman sonra bunun neden gerektiği pek anlaşılmaz olur… Çünkü sonunda yenilen kim olursa olsun, ezilen hep insanın kendinden bir parçadır. İşte gereksiz bir yıpranma. Bütün gençliğimi belki aralarında anlaşmayı tercih eden, kendimin iki parçasını, birbirine karşı koymakla geçirdim. Savaş aşkıyla mücadeleler hayal ediyor, tabiatımı ikiye bölüyordum.»[4]
André Gide’in içedönük günlüğünde, felsefi anlam taşıyan söylemlerin yanı sıra kendine ve dostlarına yol göstermek amacıyla yazılmış «Pusulalar» isimli bir bölüm bulunmaktadır. Günlüğün genelinde o dönemin popüler felsefi akımı olan ‹varoluşçuluk› ve bu akımın içerdiği ‹nedensiz eylem› ile ilgili düşünce düzeneklerinin, akımın genel karakterini oluşturan çeşitli argümanların izini görebilmemiz mümkündür:
»(…) Her hareket sebebini ve sonucunu kendinde bulmalıdır. İyiliği veya kötülüğü bir mükâfat karşılığı, sanat eserini bir maksatla, sevişmeyi para için, mücadeleyi para için yapmamalı; fakat sanatı sanat, iyiliği iyilik, kötülüğü kötülük için; sevişmeyi sevişmek için; mücadeleyi mücadele, yaşamayı da yaşamak için yapmalı. (…)»[5]
İçerik açısından incelendiğinde karşımıza çıkan ikinci günlük çeşidi «dışadönük günlükler»dir. Bu tip günlüklerde yazarlar, alaycı bir tavırla dönemin olaylarını, siyaset adamlarını ya da gündelik sıkıntılarını öykü tekniğini kullanarak anlatmaktadır. Bu günlükler anı yazılarına yaklaşır ve aynı zamanda yazarın duygusal ve ruhsal çözümlemelerinin uzağında kalır. Ünlü ressam Paul Gauguin’in o dönemde Fransız kolonisi olan Markiz Adaları’nda yazdığı günlük, dışadönük günlüklere örnek olabilir. Bu günlükte özellikle Markiz Adaları’nın insanlarına ve değişik özelliklerine ilişkin notlar ve hikâyeler bulunmaktadır. Bu hikâyelere ek olarak dönemin ressamları ve eserleri hakkında sanatsal yorumlar, resim tekniğinin incelikleri, üçüncü şahısların bu metinleri okuyacağının bilincinde olarak yazılmıştır:
»(…) Biz Avrupa’dakiler Markizliler ile Yeni Zelanda’daki Maoriler arasında yaygın, çok gelişmiş bir süsleme sanatının varlığından habersizizdir. Sanat eleştirmenlerimiz bunların tümünü Papua sanatı başlığı altında topluyor, hataya düşüyorlar oysa. Özellikle Markizli’de benzersiz bir süsleme anlayışı vardır. Markizli’ye en hantal geometrik şekli taşıyan bir nesne verin, o bütününde uyumu yakalamakta, göze hoş gelmeyen boşlukları doldurmakta hiç zorlanmayacaktır.»
»(…) Gençleri keşfetme yönünde ilahi bir yeteneği olan Degas, her şeyi bilirdi ama bilgi eksikliğini kusur diye saymazdı. Kendi kendine, ‹Daha sonra öğrenir› der, karşısındakine de iyi bir baba gibi, başlangıçta bana yaptığı gibi davranırdı. (…)»[6]
Öykücümüz Tomris Uyar’ın günlükleri de dışadönük niteliğe sahiptir. Yaşadığı hayat kesitlerini, çeşitli konulardaki izlenimlerini öykü tekniği ve zengin betimlemeler aracılığıyla günlüğüne yansıtmıştır:
«Kınalar Köyü’ne giderken bir boğaz vardır. Her yaz bir kere uğramadan edemediğim bir yer, bir çeşit ‹yılın nirengi noktası› benim için. Bu yıl bahar selleri yüzünden suları artmış boğazın. Eskiden üstüne çöktüğümüz taşlar, arkasında giyinip soyunduğumuz çınar, silinip gitmiş. Su, kayaları tarayarak inmiş aşağılara, koca parçalar kopararak tabanına yığmış, ağaçları köklerinden söküp ters çevirmiş.»[7]
Türk edebiyat tarihi düşünüldüğünde, Divan Edebiyatı döneminde tutulan «Ruzname» isimli savaş notları ile Evliya Çelebi’nin «Seyahatname»si tam bir günlük niteliği taşımasa da içerdikleri bazı bölümlerle bu yazın türüne yaklaşmakta ve tarihimizdeki ilk günlük örneklerini oluşturmaktadır. Asıl olarak günlüklerin, Batı edebiyatındaki biçim ve içeriğiyle Türk edebiyatında yer alması Tanzimat dönemine denk gelmiştir. Direktör Âli Bey’in «Seyahat Jurnali»(1897) adlı gezi kitabı Batı’daki anlamıyla Türk edebiyatında görülen ilk günlüktür.
Günlükler, 1950 yılında Nurullah Ataç’ın bir gazetede günlük yazıları yazmasından ve yoğun ilgi çekmesinden sonra önem kazanmaya başlamıştır. Nurullah Ataç bu yazılarına başlık olarak «Günlük» yerine «Günce» deyişini kullanarak bu deyişi yazın hayatımıza kazandırmıştır. Nurullah Ataç’ın günceleri içedönük ve dışadönük içeriğin uyumlu bir sentezi olarak edebiyat dünyasına bu türdeki en bilinen eser olarak geçmiştir.
Türk edebiyatındaki en seçkin günlüklerin başında Oğuz Atay’ın günlüğü ile Cemal Süreya’nın «Günler» adlı eseri gelmektedir. Oğuz Atay -tıpkı romanlarında olduğu gibi- bilinç akışı tekniğini ve karmaşık iç dünyasını günlüğüne yansıtarak, içedönük günlük türünün edebiyatımızdaki en derin örneğini bizlere sunmuştur. Günlüğünde, yazmakta olduğu romanın oluşum sürecini, karakterlerin ve olayların seçimi üzerine çalışmalarını tüm titizliğiyle aktararak günlüğünün bir çeşit edebiyat laboratuvarı olarak değer kazanmasını da sağlamıştır. Roman türünün kurgu sürecinde içerdiği tüm zorlukları ve bu zorlukların üstesinden gelebilmek adına yazarın verdiği mücadeleyi Oğuz Atay’ın günlüğünde görmekteyiz. Aşağıdaki alıntı Oğuz Atay’ın karakter yaratırken günlüğüne aldığı notlardan kısa bir parçadır ve yazarın kurgu sürecini açıklamak adına güzel bir örnektir:
»(…) Hikmet ve Sevgi’nin hikâyesinde, daha çok Hikmet anlatacak. Sevgi’nin konuşmalarını hatırlayacak. Çocuklukları, aileleri, yaşadıkları ortam ve birbirleriyle karşılaşmadan önceki düşünceleri ortaya çıkacak. Şehir ve yer isimleri gene uydurma olmalı. Taşrada yetişmiş olacak ikisi de. Aileleri arasında benzerlikler var. (…)»
«Sevgi, insanlarımızın «irrational» ve «çocuksu» yorumlarıyla ortaya çıkan yönünün temsilcisi. Bir de çocuksu gururu ifade edecek bir tip olmalı. Sevgi’nin ya da Hikmet’in bir akrabası. Adı Erol olsun. Bir kadın daha. Toplumun sağduyusu ve batıya yakın bir tip. Gene de mahalli. Tutucu. Kitabın tek gerçeklere yakın kahramanı. Adı:Bilge (…)»[8]
Bu kısa inceleme yazısına beğenerek okuduğum ve Türk şiirinin en önemli, en büyük isimlerinden biri olduğuna inandığım Cemal Süreya’nın «Günler» adlı günlüğünden yaptığım bir alıntıyla son vermek istiyorum. Cemal Süreya’nın günlüğünde yer alan aşağıdaki sözler günlük türünün, gelişmesi ve yaygınlık kazanması adına daha büyük bir titizlikle ele alınması, incelenmesi gerektiğinin en önemli kanıtıdır:
«Yazdığım nedir? Yazmam gerektiği için mi yazıyorum? Öyle bir gerek gördüğüm için mi? Yol arıyorum, ama zaman zaman yolumu yitirmeli de değil miyim? Günlük - mektup - deneme - hayat öyküsü - anı - polemik karışımı bir şey bu benimki. Günlüğün kişisel günlük olabilmesi için hayat öyküsünün uç sınırında devinmesi, derin ben’e iniş yapması gerek. Yapıtlardaki gibi gerçeği yeniden kurması değil, hayatın kesikliğinde var olması gerek»[9]

[1] Türk Dili, Sayı 127, Günlük Özel Sayısı, 1962
[2] A.g.e.
[3] Aleksandr Puşkin, Gizli Günce, Çivi Yazıları, 2000
[4] André Gide, Günlük, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1962
[5] A.g.e.
[6] Paul Gauguin, Mahrem Günlük, İthaki Yayınları, 2001
[7] Tomris Uyar, Gündökümü 75, Koza Yayınları, 1976
[8] Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, 1987
[9] Cemal Süreya, Günler, Yapı Kredi Yayınları, 1996