Hiçbir adayı sevmemeliydim o günden sonra…
Çılgın kalabalıklardan uzaklarda, terk edilmişliklerin ruhu yatıştıran kuraklığında tatil yapmak için seçmiştim o adayı. Canavara dönüşmüş metropolün deniz yoluyla beş saat uzağındaki o metruk adanın, o metruk balıkçı köyünde, Rum şiveli, ak sakallı, yoksul ihtiyarlar arasında geçiriyordum artık yaz tatillerimi. Benim küçük tatlı adam, küçük tatlı denizimin ortasındaki metruk adam… Ve yanımda yılda bir kez buluştuğum çocuklarım. Ne de güzeldi onlarla yayılmak denizin kıyısına ve annelerinin yokluğunda onlara masallar anlatmak güneşin altında… Hasırdan evler yapmak, mucize görüntülü çakıllar toplamak, mavi denizle kardeş olmak, balıklara rock balladları söylemek…
Güzel olan her şey gibi o masal yıllar da çabucak bitmişti… Tarihin gördüğü en acımasız depremlerden birine o tatlı adada yakalanmıştım çocuklarımla. Yine de şükrediyor, merkez üssün uzaklarında, ıssız kumsallarda en çok sevdiklerimi güvende hissediyordum. Kıyametin uzağında kalabildiğimiz için Tanrı’ya teşekkürler ediyordum.
O sırada aramıştı beni işte İstanbul’dan dostlarım… Tsunami sözcüğünü ilk defa duymuştum o sayede. Depremden sonra gelmesi muhtemel dev dalgalar… Her şeyi yutup bitiren, alıp götüren, bir daha geri getirmeyen mahşeri dalgalar…
Kendim için değil de, deprem sonrası, geceleri kumsallarda hasır üzerinde yatırıp masallar anlatarak güvenliklerini sağladığımı sandığım çocuklarım için kaygıya kapılmıştım. Nasıl da utanmış ve çaresiz hissetmiştim kendimi. Bir daha hiçbir adaya gitmemeye yeminler etmiştim…
* * *
Çok kısa bir süre sonra bu yeminimi bozmak zorunda kalmıştım. Tüm yeminlerim gibi…
Bir rock’n roll düğününe davetliydim ve çılgın metropolümün yanı başındaki Büyükada’daydı düğün… Gitmemek olanaksızdı. Dünyanın en sempatik ve içten rock’n roll emprezaryosu olan bir dostumun, ilk gençlik aşkıyla olan düğünüydü bu. Fobileri öne sürme zamanı değil, dostların mutlu günlerinde yanlarında olma zamanıydı…
Tanrı sizi inandırsın, yaşamımda tanık olduğum en tuhaf düğündü. Öyle düğün filan dediğime bakmayın, salonlar kiralanmış, müzik grupları toplanmış, koket davetliler ortalığı kaplamış, eğlencenin ve içkinin dibine vuruluyor filan değildi… Bunların hiçbiri yoktu ortalıkta.
Çok iyi hatırlıyorum… Mavi ilkbahar ışıltılarının gözlerimi kamaştırdığı bir mayıs sabahında gelinliğiyle ada vapuruna yürüyen bir genç kadın ve hemen yanı başında simsiyah kostümler içinde, kıvırcık, kumral saçları beline kadar uzanan «cool» bir genç adam… Vakur, serin, suskun, hatta somurtkan ikili, sanki her sabah işlerine bu kıyafette, bu vapurla gidermiş gibi ciddi ciddi yürüyorlardı insanların arasında. Yanları sıra uzun saçlı ve «grunge» giysili genç adamlar ve genç kızlar yürüyordu. Ada vapuru bir başka dünyaya dönüşmüştü o sabah. Düğüne gidiliyordu. Hem de tahminlerin ötesinde absürd bir ekiple…
Beni karşılarında gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü bu tür davetlere katılmak söz konusu olduğunda dünyanın en zor kıpırdayan tiplerinden biri olduğumu biliyorlardı. Katılacağıma pek ihtimal vermeden davet etmişlerdi beni. Ben de gitmiştim. Gitmemin nedeni ise, itiraf edeyim… Aşka tuhaf bir saygım vardır… Çocuksu ve sulugöz bir yönümdür bu benim… Onların uzun yılları kaplayan aşkı, bağlılıkları, birbirlerine itinaları, «cool» ama derin sevgileri çok başkaydı. Severdim bu görüntüyü… Sırf bunu izlemek bile bir rock performansıydı aslında. Ve bir rock performansını izlemek bana her zaman iyi gelirdi… Bu mutlu sonla biten karasevdayı görmek de iyi gelecekti; emindim bundan…
Yanılmamıştım. Çok zamanın ardından kendimi iyi hissediyordum. Beni nazik bir tebessümle selamlayıp, adaya giden ağırbaşlı kalabalık arasında ilerleyerek, ellerindeki kızıl gül buketleriyle birlikte vapurdaki yerlerini aldılar. En üstteki açık bölmede oturmuşlardı. Artları sıra biz de gitmiştik. Yaklaşık otuz kırk kişi, bir Sicilya düğünündeki gibi suskun ve çilekeş oturuyorduk. Rüzgâr saçları savuruyor, martılar aç çığlıklar atıyorlardı. Genç kadının gelinliğinden bir tül parçası uçtu denize. Hiç kimse kıpırdamadı. Gelinliğin içindeki serin kadın dahil, hiç kimse dönüp ardından bakmadı bile…
Kimse tek laf etmiyordu. Ama hiç kimse de kötü hissetmiyordu. Hepsi de sıkı gitaristler olan davetlilerin hiçbiri sululuk edip «Boat on the River» çekmeye kalkmıyordu ve bu bana çok iyi geliyordu. Hatta hiçbirinin yanına gitarını almamış olmasından dolayı alınlarını öpecek kadar duygulanıyordum. Eğer bir tanesi böyle bir sefillik yapacak olsa tüm düğün çökecek, hepimiz darbuka «sound»a kadar gerilemiş olacaktık. Şükür ki böyle bir şey yoktu. Ve buna tanık olmak güzeldi…
Adaya inildiğinde kortej tüm ciddiyeti ile nikâh dairesine yöneldi. Rock’n roll âşıkları adalı filan değillerdi. Evleri de orada değildi. Ama nikâh adada kıyılacaktı. Çünkü gençlik yıllarında sıkça edilen yeminler, verilen sözler, ağaçlara kazınan hatıralar, antlar ve anılar bunu emrediyordu. Böylesi bir ahit vardı aralarında. Eğer bir gün evlenecek olurlarsa, bu mutlaka Büyükada’da olacaktı. Çokça yıl evliden farksız yaşamış olsalar da, sıra akit yapmaya geldiğinde bu yeminler hatırlanmıştı. Çünkü onlar rock’n roll insanlarıydılar. Ciddiyet onların yaşam tarzı olmak zorundaydı… Öyle de olmuştu…
Adanın minik nikâh salonuna doluştuğumuzda neredeyse altmış kişi olmuştuk. Anlaşılan, vapurda pek çok kişi daha vardı tayfadan. Bir kenara çekilmeyi, ortalıkta dolaşmamayı tercih eden modellerden… O küçük, basık, hüzünlü nikâh dairesinde yapılan evlilik merasimi, duyguların boğum boğum olup gözpınarlarına dayandığı bir öyküye dönüşmek üzereyken kendimi dışarı attım salondan. Sulugözlülük, yani bir nevi laubalilik ve rezillik yapmak istemiyordum. Ben bu görüntüleri seviyordum ve hayat hep böyle şiir gibi yaşansın istiyordum. Ama hayatta umduğum hiçbir güzellik gerçek olmadığı gibi bunlar için uğraşacak gücü de bulamıyordum kendimde. Ama onlar bunu yapabiliyorlardı… Tıpkı ardım sıra gelinliğiyle koşup, beni yakalayıp kendini kutlamamı sağlayan o masal kahramanı genç kadının birkaç dakika sonra bir kasa kırmızı şarap satın almak için girişilecek pazarlığa en önde katılması ve hâlâ gelinliğiyle olması gibi… Bu, çok insanca bir görüntüydü. Hâlâ hatırlarım bunu. O genç kadının, bizi Aya Yorgi’nin yakınlarına taşıyacak tekneyle olan pazarlığını, geniş bir tayfanın faytonlara binip yola koyulmasını, Aya Yorgi tepesine çıkılırken genç âşıkların dileklerini ağaç dallarına bağlayışlarını, tepedeki kilisede mumlar yakıp dilekler tutmalarını ve Marmara Denizi’ni tepeden gören yeşil dallar arasında kırmızı şarap içilerek kutlanan bir evlilik merasiminin dostlar arasında geçen tatlı sekanslarını…
Hiç unutamam bu güzellikleri…
O yüzden aşkla bağlandığım her kadınımı o tepeye mutlaka götürürüm… Bir gün benzer güzellikleri yaşamayı umarak, düşleyerek…
İstanbul, 1 Nisan 2003
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun