söyleşi: şeref bilsel - doğan ergül

Vedat Kamer tarafından Pt, 12/02/2007 - 12:10 tarihinde gönderildi

Doğan Ergül: Seninle dört-beş yıl önce Kadıköyü’nde Yazı Kitabevi’nde, bir şiir akşamı vesilesiyle karşılaşmıştık. İlk izlenimim hayata ve şiire dair bir öfke taşımandı. Hayatından ve yazdıklarından bu öfkeyi nasıl uzak tutuyorsun?
Şeref Bilsel: Yazarak bu öfkeyi kontrol altına alabilir insan. Etrafımızdaki birçok şey öfkeyle ambalajlanmış; bunların bize yansıması farklı oluyor. Yazı bağlamında öfke, kullanmasını bilen için besleyici bir kaynağa dönüşebilir. Taş’a rengini veren de içe doğru bağırmak zorunda kalmanın sıkıntısıdır belki… Ben öfkelenmesem, sen öfkelenmesen, biz öfkelenmesek kim çiğneyecek bunca ısırgan otunu, bunca gazete sayfasını. Âşık Veysel: «Rakı içinde durduğu şişeyi sarhoş etmez; içeni sarhoş eder» der. Üstüne ayakla basılmış sözcüklerden yükselen bir nefret dumanı da olabilir bu öfke… şiddetin görüntüsü de… Kalbimizin, kafamızın karşısında sıkılmış bir yumruk gibi durması; duygularımızın düşüncelerimiz karşısında çaresiz kalmasına benziyor. Kimi zaman öfke, nisyana karşı bir isyan belirtisidir. Balkonlar evin öfkesinin dillenmiş biçimi olmasın sokağa doğru? Sözcükleri uyarmak, tahrik etmek için onlara birer canlı gibi davranmak gerekir; bazı canlılara da birer sözcük gibi… Başkasına yük olmasın diye kendi öfkeme yardakçılık ediyorum. Bana kiralık olan ne varsa gösteriyor; otomobiller, kalemler, evler, gelinlikler… kiralık ne varsa gelip sarmalıyor beni. Öfke; mor kadifelere sarılmış demir bir yumruk gibi herkesin cebinde taşıdığı dalgınlık…

DE: Yakın zamanda bir kitabın yayımlandı. Çok şey yazıldı kitabın üzerine. Kitaptan öncesini ve sonrasını nasıl değerlendiriyorsun? Bu gelişmeleri bekliyor muydun?
ŞB: Kitap çıktıktan sonra ben onun bir göstergesi olmaktan öteye gidemem. Keşke beni hiç tanımayan insanlar tarafından kitap üzerine söz açılmış olsaydı; ben de onları tanımış olurdum, sesimin nereye, nasıl düştüğünü öğrenirdim. Kitaplaşmadan önce her şiir ayrı bir kitaba açılan bir kapı gibi duruyordu içimde. Kitaplaşınca bütün şiirlerin aslında bir şiirden kopmuş, kaçmış parçalar olduğunu hissettim. Düştüğü yerde kalıyor her şiir… Düşmek için meyveler bile olgunlaşmayı beklerken sözün neresinde bekleyeceğiz?

DE: Şiir üzerine yazdıklarında özellikle 90 sonrası şiire yer açtığın görülüyor. Bu ilgi kendini de o kuşağın içinde görmenden mi kaynaklanıyor? Bu dönem şiirinin sendeki karşılığı nedir?
ŞB: Genç şairlerin güzel bir dizesine rastlamak beni mutlu ediyor. O dizeyi takıp yakama sokaklarda dolaşıyorum, dünyaya bakıyorum. Gençlerin cesareti, kuşkulu bakışı bende saklanmış, susmuş şeyleri açığa çıkartıyor. Formüle edilmiş, paketlenmiş bir duyarlılıkları yok genç şairlerin. Belki de bu yüzden her an şaşırtmaya hazır bir ruh hali üzerinden sesleniyorlar. Ben de 90 sonrası yazmaya başlayanlar arasındayım. O kuşakla beraber aynı araçlarla yolculuk ediyoruz, aynı ağacın dallarını eğiyoruz. Ama bizde yolculuk eden şeyler ve içimizi eğen şeyler görüntülerimizi farklılaştırıyor, çeşitlendiriyor. 90 sonrası şiir, durağan olmadığı için kesintiye uğramadan klasik kalıplarla tanımlanacak bir şiir değil. Tanımlara ve alışkanlıklara sataşan bir şiir; parça tesirli, dize rampaları taşıyan bir şiir… Yaşadıklarımıza benziyor: Çelişkilere ve paradokslara yüz veriyor. Kravat takılarak yazılan bir şiir olmadığı için, papyon takanlarca değerlendirilemeyecektir zannındayım.

DE: Yazarken önünde duran yahut arkadan seslenen şairler var mı? Varsa, yazdıklarına yansımalarından bahseder misin?
ŞB: Şu an konuşurken önümde sen duruyorsun. Dil akrabalığım olan, beni ziyarete gelen veya aramızda olmadıkları için benim ziyarete gittiğim yazarlar var tabii. Ben bazı şairlerin fazlasıyla edebiyat ortamına sokulduklarına inanıyorum. Behçet Necatigil bunlardan biri. Hilmi Yavuz, bence Garip şiirinin en yeteneksiz şairi Orhan Veli, şiir üzerine yazdıkları kadar şiiri önem arz etmeyen Özdemir İnce… gereğinden fazla tartışılıyor. Ve şu isimlerin hakkıyla irdelenmediği, okunmadığı kanısındayım: Oktay Rifat, Sabahattin Kudret Aksal, Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Ergin Günçe, Emirhan Oğuz, Müslim Çelik, Leyla Şahin, Serdar Koçak…

DE: «Magmada Kış Mevsimi» edebiyat ortamımıza bir serinlik içirdi mi?
ŞB: Serin bakanlar yanında sıcak bakanlar da oldu. Kendi sesinin ayazında kalmak isteyenlere ne verdi bilmiyorum. Kendi içinde katlanmış oturanların önüne sıcak bir ütü gibi düşmüş de olabilir. Yazmak dil denilen mirastan pay almak değil, bu mirası çoğaltmaktır. Başkalarına haddini bildirmek değil, kendimize yer göstermektir. Bir şair yazdıklarıyla, yazmak istediklerinden lekeler taşıyabilir ancak.

DE: Şiir üzerine yazmak kalabalıkta olmayı gerektiriyor; oysa şiir yazmak yalnız olmayı gerektirir. Seni şiire ve düzyazıya getirip götüren raylarda nasıl bir sürtünme var?
ŞB: Tiyatro gibi kalabalıkla gerçekleştirilen bir etkinlik değil şiir… yalnız yazılır, çoğunlukla yalnız okunur. Şiir üzerine yazdıklarım şiire giden yahut şiirden gelen patikalar üzerine dikilmiş yol levhaları gibi okunabilir. Şiir içimizde biriken çalı çırpıyı tutuşturur, bu ateşi söndürmek için düzyazıya haber verir. Düzyazı, bu yangının nasıl çıktığından, nasıl söndürüldüğünden, geride kalanlardan bahseder. Düzyazı şiire sürtünür, şiir kendine…

DE: Şiir dışarıdan soru kabul etmez. Yazıldıktan sonra soru kabul eder. Senin şiir yazarken kendine sorduğun sorular var mı?
ŞB: Şiir bittikten sonra şairine soru soruyor galiba. Bir sonraki şiire giden yollara doğru ipuçları fırlatıyor. Bir soru olarak da yükselebilir her yeni şiir. Yeni bir yerinden tutulmuş her sözcük ağzımıza sorulmuş bir soru değil mi? Her soru soran cümlenin sonuna soru işareti konmayacağını gösterir şiir.

DE: Aşka ve zamana dair neler söylersin?
ŞB: Aşk, söyletir; bize ait değil, biz ona aitiz. Yazdığım ilk metin aşk üzerineydi. Son metin de ölüm üzerine olur herhalde. Herkes ölümüyle son metnini yazar. Dünyada hem araç hem amaç olabilen bir başka şey yok aşk gibi. Biterken başlar; başlarken bitirir süren şeyleri. Aşk, neye ihtiyacınız varsa onu vermenizi ister, karşılık beklemeden vermenizi, kendinizi dünyaya eklemeden vermenizi. Zamanı genişletir, duyuları sonuna kadar açar, radyoları kapatır. Bir sigara gibi söndürtür size eski güneşleri… Aşk, ayaklarınızla girdiğiniz yerden kalbinizle çıkartır sizi; mor bir tülbent olur örtülür yaranızın üstüne. Ve aşk, susayan kar gibi yatar bahçenizde yazın. Dudaklarınızla camların arasına giren elinize on yedi dikiş attırır. Şiir, dilin âşık olmasıdır demişliğim bu yüzden.

DE: Yolculukların, İstanbul dışında konakladığın yerler şiir havzana nasıl döküldü?
ŞB: Bu dökülüşü yazdıktan sonra hissediyor insan. Taşranın taş’la ilgisini. Kara gecede kara taş’ın üzerindeki kara karıncayı gören köylüleri… Taşra taşlık bir yol gibi: Sağlam, kararlı, sert… Mardin, Kütahya, Malatya, Kocaeli; yazdıklarıma sızan şehirlerden birkaçı. Sesler, türküler, yemekler, sınırtaşları, mayınlar, tren rayları, yüzü dövmeli kadınlar… Dilin tuzaklarla yüklü olduğunu anlatıyor sanki. Tuzaklar, dikkati arttırır. Böyle oldu galiba. Dağlara doğru süpürülmüş barakalarla, deniz görmemiş yüzler arasında toprağın kokusunu duydum. İnsan sürekli bir yolculuk halinde değil mi? İnsan bazen, hem yol hem yolcu değil mi?

DE: Şiir, yazarken ödünç aldığımız bir şey midir?
ŞB: Hayat gibi mi demek istiyorsun? Taşıyamadığımız ve birilerinde büyümesini istediğimiz bir şey belki. Şiir şairi ödünç alıyor olmasın; şairdir yakalanan şiir değil.

DE: Gündelik ilişkiler noktasında içinde bulunduğun edebiyat ortamından bahsetmek ister misin?
ŞB: Beni şairlerle bir araya getiren nedenler onlardan ayrılmama sebep oluyor. Masaların altından birbirinin dizlerini parçalayanlardan tut da olmadığı yerden haber taşıyanlara kadar gereksiz birçok şey var etrafta. Herkes aklanabilmek için kirlenmek zorunda hissediyor kendini. Dostlukla edebiyat birbirine karıştırılıyor. Gerçek manada dost olanlar edebiyat noktasında birbirini daha acımasızca eleştirebilmeli. Çabuk kırılıyor şairlerimiz, çabuk taraf oluyorlar. Yazdıklarından doğan boşluğu gündelik ilişkilerle, kafa kol muhabbetiyle kapatmak isteyenler maalesef çoğunlukta. Sesin önüne hareket, davranış geçiyor. Kararmış bir samimiyet kol geziyor ortalıkta. Şükür ki, benim yakın menzilimde bulunanlar yukarıda altı çizilenlere pek benzemiyor. Bunları düşündükçe sarhoş olup dünyanın kimler için döndüğüne bakıyorum.

DE: Yazıyla ilk buluştuğun dönemlerde nasıl bir çevrenin içindeydin? Bu çevre, yazı hayatını ne derece etkiledi?
ŞB: Müzikten tiyatroya, felsefeden şiire etrafımda sanatla iç içe olan dostlarım vardı. Başlanmamış dünyalarla tanıştırdılar beni, yazdıklarımı paylaştılar, önemsediler… Bu dostlardan bir kısmı kayıp şimdi. Ölenlerin yaşadığı zamanları da taşımalıdır bir yazar. Belki de o yüzden yükümüz ağır. Saatlerimizi yeniden ayarlamamız gerek galiba.

DE: Düzyazıyla uğraşan dostlarınla ilişkin şairlere oranla farklı bir seyir mi izliyor?
ŞB: Birkaç dostum var. Bunlar arasında hikâye ve roman yazarı Vecdi Çıracıoğlu’nun ayrı bir yeri var. Hem hayata dönük deneyimleri hem de yazıyla buluşma koşulları itibariyle özel bir örnek. Türk edebiyatı tarihinde yazıyla –biyolojik yaş anlamında– bu derece geç buluşup, kendi varlığını kabul ettirebilmiş örnek sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Dinlenmiş bir yazar Çıracıoğlu. Onunla tokalaştıktan sonra parmaklarımı saymak zorunda kalmıyorum. Ama birçok şairle tokalaşırken eldiven giyme gereğini duyuyorum. İçerden yaşamak oldukça zor ve boğucu.

DE: Şiir içerden mi dışardan mı başlar? İçeriyi ve dışarıyı açar mısın?
ŞB: İçerisini var eden dışarısıdır. İçimizi tasnif ve tanzim eden dışarısıdır. Şiir bilgisi anlamında soruyorsan bilgi şiir için yüktür; özgünlüğü hırpalar. Onu belli bir biçime, nizama davet eder. Şairi sivillikten uzaklaştırır. Şiir içeriden başlar, taşar, köpürür; geldiği yerin özelliklerini götürür. Dışarıda bulunmuş bir şiir, beklentilere ve alışkanlıklara yönelir; tanımlanmış bir alan içerisinde akacağından bir yerde tıkanır, kurur ve karşılaştırma tekniği içinde okunmayı bekler. Şiir içeriden başlar, içeriden okunur. Sözcüklerin ilk çıkışı da öyledir. Tıpkı yağmurun çıkışı gibi…

DE: Şairler trende yolculuk etmeyi severler, evlerinde kilim bulundururlar, bir idare lambasına mutlaka gereksinim duyarlar ve her zaman bir türkü kanar ağızlarında… Folklor neden şiire düşman?
ŞB: Folk, halk demek sanırım. «Bir daha dönmem diye bir not / terekteki bakır maşrapanın yanında» diyor şair. Deyimler, atasözleri, ninniler, maniler birer folklor öğesi değil mi? Savaşacağınız bir şeylerin olması düşmanınız olduğu anlamına mı gelir sadece? Kendinizi var etmek, koruyacağınız şeyleri de düşünmek anlamı taşımaz mı? Folkloru algılama biçimimiz; kalıplar, dizgeler şiire düşman olabilir. Yemek çeşitlerimiz, oyunlarımız, libaslarımız var bu kavramın içinde, tezek kokusu bile var.

DE: Nedir bizi etrafında pervane eden, yaklaştıkça her şeyi yakan, şairlerden önce başlayan bu yalnızlık? Biz şiirin yalnızlığını mı paylaşıyoruz, yoksa ondan yalnızlık mı alıyoruz?
ŞB: Bu söyleşide ayrı ayrı şiirler yazarak çıkacağız galiba. Büyük kavuşma sesleri taşıyan, şiirlerde bile bir yalnızlık kokusu kendini duyurur. Yaşadıklarımıza tanık bularak belki de yalnızlığımızı çoğaltıyoruz. Cahit Sıtkı’yı Cahit Sıtkı yapan, Ahmed Haşim’i, Ahmed Haşim yapan bu yalnızlık değil miydi? Sözcüklerin de yalnız ve kalabalık olanları vardır. Evler gibi. Bazılarından zar sesi gelir sadece, bazılarından nar… Dalgındır sözcükler, dalgın ve yılgın.

DE: «Bana içinden bir dalgınlık tut desem», şiiri ve hayatı geçmek için yetmez biliyorsun. Şiirle şiirsel olanın hayatın içinde oluşturduğu boşluk doldurulmayı bekliyor. Bu dalgınlığın şiire ait bir boşluk olduğunu da söyleyeyim. Şiirsel olan boşluk kaldırmaz. Söyleşiyi bitirelim istersen…
ŞB: Doğru söylüyorsun. Şiirsel demeyelim de şiir olan boşluk kaldırmaz. Boşluk arayanlar sinemaya gitsin.

Yorumlar