söyleşi: aziz kemal hızıroğlu

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 16:16 tarihinde gönderildi

‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı ilk kitabınızda ‹İstanbul Savaşları’nın etkisi nedir? Ve ilk adınızın ‹Aziz Çolak› çağrışımlı bir sorumluluğu taşıdığına inanıyor musunuz?

‹İstanbul Savaşları›, 1980 darbesinden önce yaşanan kısmi iç savaşın simgesel bir karşılığıdır. (Karındaşım, yani ‹anne-bir› kardeşim olan) Aziz Çolak’ın 17 Kasım 1978’de bir pusuda katledilmesi beni derinden yaralamıştı. Çünkü Aziz Çolak gerçekten, birkaç şiirimdeki izlekten yakaladığınızı umduğum kadar olağandışı ve olağanüstü ‹güzel-insan’dı. Vurulduğunda yirmi üç yaşındaydı ve silahı değil eline almak, herhangi birini yakından bile görmemişti. İşte bu da, aynı durumdayken ölen yüzlerce Aziz Çolak’ın acısını hissetmemi, yazarken bu acıdan beslenmemi, sonra da bu acıyla hesaplaşmamı sağladı, sağlıyor. Bütün Aziz Çolak’ların aradıkları yarınlar bulunana ya da öğrenilene dek (uçbeyleri şairler olmak üzere) pek çok onurlu, aydınlanmacı ve devrimci-demokrat insanın bu hesaplaşmayı sürdüreceğine inanıyorum.

‹İstanbul Savaşları›, ‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı kitabımı değil, daha çok beni etkileyen bir simgedir. Dünya görüşüm nedeniyle çektiğim sıkıntıların, yoksunlukların, hapisliklerin, acıların, hüzünlerin yoğun etkileri görülür şiirlerimin çoğunda. Salt bu kitabımdaki değil, tüm kitaplarımdaki (ve de dergilerde yayımlanmış olan) şiirlerimde ayrımsanır bu durum. İnsanın yaşamında sadece acı, hüzün, yalnızlık yoktur elbet; ama yaşanan haz verici ve neşeli şeylerle birlikte yakaladığı ironidir insanı üretken kılan. Hep acı çektiğini düşünen ya da sadece zevk içinde yüzdüğünü sanan bir insanın, değil sanatsal bir üretimi gerçekleştirmesi, yaşadığını bilinçli bir şekilde algılaması bile zordur.
‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı kitabım toplam yirmi dört şiirden oluşmuş. ‹İstanbul Savaşları’ndan ve Aziz Çolak’ın vurulmasından –doğrudan- etkilenerek kaleme aldığım yalnızca altı şiir var o kitapta: (Belki de, Kime Demesem O Anlar, Çocukluğuma Çıkmalıyım, O Gün Onyedi Kasımdı, Önce Gözlerini, Yüzler Sesler Düşler). İlk adımın ‹Aziz Çolak› çağrışımlı bir sorumluluk taşıması şiirimden çok, beni ilgilendirmektedir. Üstelik bir şair olmanın ötesinde devrimci bir insan ve kardeş olarak ilgilendiriyor beni. Çünkü bir şairin dünya görüşü, sadece ‹insan-şair› ile ilgili bir olgudur. Oysa şiiri ilgilendiren ilk şey, öncelikle ‹şiir olmak’tır. Şair, şiiri söz konusu olduğunda sadece ondan sorumludur. Ve hiçbir şiir, şairinin dünya görüşüne ait sorumluluğu yüklenmez, yüklense de kaldıramaz. Şairin dünyaya ve insana bakışı, bilinci, bilinçaltı ve bilinçdışı konumu yaratılarını nasılsa etkileyecektir. Yani dünya görüşünü, spontane biçimde şiirine, imgelerine ve anlama giydirecektir şair. Yeter ki şiirini dünya görüşüne monte etmeye kalkmasın. Sözün kısası, insan Aziz Kemal devrimcidir, şair Aziz Kemal ise «itiraz eden, muhalif olan, başkaldıran, ânı söyleyerek ve göstererek anlamlandırmaya çalışan, gerçek sanılan zamanı değiştirmeyi deneyen şiir»in peşindedir. Yani şair Aziz Kemal, çıkınında sözcük üstüne sözcük taşıyan bir diliçi yolcusundan ve izcisinden başka biri değil ve olamaz da…

‹Saprofit› adlı kitabınızda şöyle iki dize var: ‹kalacak olan sadece bilinçse şairden geriye / benden bir şey kalmayacak›… Şiir ve bilinç hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu dizeler ‹Adrastos› adlı şiirimin ilk iki dizesidir. Şiiri başlatan ve belki de yazdıran dizelerdir bunlar. Ve şiirin tamamı okunduğunda, kastettiği şey daha bir netleşmektedir. Aksi takdirde, şiirin ve bilincin tanımlamaları ile yetinmek zorunda kalabiliriz.
Şiirin tanımını yapmak da mümkün değil aslında. ‹Tanım› niyetiyle yapılan her şey, şiirin özelliklerini, niteliklerini, biçimlerini, seslerini, türlerini vb. anlatmaktan öteye geçemiyor. Yine de (tanım gibi bir şey yapmayı) deneyeyim: Şiir, kullanabildiği sözcük ve imgelerle çağrışımlar yaptırarak, kullanamadığı sözcük ve görüntüleri yaratabilen, gizleyerek içine çeken ve çektikçe çoğaltan bir sanat türüdür. Bilinç’in de klasik tanımını yaparak, yukarıdaki iki dizeye ve ‹Adrastos› şiirindeki konumlanış gerekçesine dönmek istiyorum. (Bir dizeyi niçin kurduğunu bazen şairi bile anlatamaz ya, neyse, deneyeceğiz…) Bilinç, kişinin kendi varlığına ya da dış dünyaya ilişkin doğrudan edindiği sezgisel ve düşünsel bilgidir. Ya da bir şeyin varlığına, gerçekliğine ilişkin zihinde açık seçik beliren temel düşünce…
İnsana şiir yazdıran şeyin sadece ‹bilinç› olmasının imkânsızlığı, tanımından da anlaşılmaktadır. Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı ve ‹yaşamın içindeki ses› bir birlik oluşturarak, bir şair aracılığıyla şiiri ortaya çıkarmaktadır.
Bilindiği gibi Yunan mitolojisinde iki Adrastos var. Bunlardan biri, ‹kaçamayan adam› anlamına gelmekte ve çağdaş Yunancada da kullanılmaktadır. Bu şiirdeki özne-şair, aşk karşısında kaçamayan adamdır. Her başka aşk gibi, onun aşkı da özeldir. Ve günü geldiğinde, aşkın tanımı yapılırken, o da bilginler tarafından ‹adlandırılacak› ve bu, tanımlara sığmayacak denli görkemli ve özel aşk sıradanlaşacak, genelleşecektir. Oysa şairin derdi herhangi bir şeyi bilinçli şekilde adlandırmak değil, özel bir durumu, bir zamanlar (anlamsızlıkla bile olsa) anlamlandırılmış ânı yakalayıp ölümsüzleştirmektir. İşte yukarıdaki dizelerde yapılan metafor, ne denli anlatılmaya çalışılsa da, açımlamasının eksik kaldığını düşündüğüm bir metafordur. Ve inatla aynı şeyi söylüyorum: «kalacak olan sadece bilinçse şairden geriye/ benden bir şey kalmayacak»

Şiirlerinizde imge ve anlamın bir dayanışması var. Bu dayanışmayı nasıl sağlıyorsunuz?

İyi şiir elbette imgelerle görüntüler ve çağrışımlar yaratmak zorundadır. Anlamın şiirdeki derdi imge kadar büyük ve yaşamsal değil… Ancak her durumda anlam vardır. Kimi şiirlerde anlam iç içe geçmiş şekilde yer aldığından, okuyucu tarafından zor anlaşılmakta ve anlamsız olarak nitelendirilmektedir. Bu da sezgiyle aşılabilecek bir sorun…
Gelelim benim şiirlerime… ‹Berceste› kaygısı taşımadığımdan, genel olarak ‹bütün’e bakar ve bütünselliği kaçırmamaya çalışırım. Her dizesi bağımsız anlam taşırken, anlamları dizeden dizeye yükleyerek şiirini tamamlayan sıkı şairlerimizin kimi şiirlerine hayranlığımı saklamıyorum; ama ben okuyucunun biraz daha çabuk algılayarak öncelikle bütüne ulaşmasını hedeflediğim bir tarzı deniyorum. Bilincimin ve dünya görüşümün şiirimi etkileme ânı, olsa olsa bu kategorize etmekten kaçınma ânıdır.
Kim tarafından yazılırsa yazılsın, sonuçta imge ve anlam dayanışması olmayan şiirlerin pek çoğu, mutfaktaki hazırlanışında ve pişirilişinde, şairi tarafından (bile) kıvamını bulmadığına inanılan şiirlerdir. Aşırı (ve/veya kasıtlı) anlaşılmazlık ile bol ve gereksiz imgenin yazılan şeyi şiir yapabildiğini sanmak, bir şair için tehlikelerin en büyüğü olsa gerek…

Günümüzde sayıları gittikçe artan edebiyat dergileri için düşünceleriniz neler?

Klasik bir yanıtla başlayayım: Dergiler, şairlerin mutfaktan çıkardıkları ürünlerini sergiledikleri vitrinlerdir. Dergilerin yeni isimler ve şair adayları için laboratuvar olduğunu söyleyenler de var. Ancak bu görüşe pek katılmıyorum. Çünkü, dergi laboratuvarsa eğer, bütün şairler için laboratuvardır. Genci, yaşlısı, ustası, çırağı mı olurmuş bunun?
Kimi istisnaları saymazsak, dergilerin pek çoğunun bazı özel ve ‹erkini kanıtlamış(!)› kişilerce denetim altında tutulan, ‹hizip› çağrışımlı kulüpler olduğunu düşünüyorum. Birer ikişer de olsa yeni üyelerin kabul edildiği kulüpler. Burada kastettiklerim, edebiyat ortamının göbeğinde yer alıp gündemi belirleyen dergiler tabii ki… Ancak samimi olmak gerekiyor. Sadece şikâyet etmek ve olumsuzluğu dile getirmek yetmez. Bir alternatif sunamadığınız müddetçe ‹tavşanın dağa küsmesi› ile özdeşleşmek konumunda kalırsınız. Ve en önemlisi de, bu dergilerin yıllardır gerçekleştirdiği edimleri kirletmekten başka hiçbir işe yaramaz vıdı vıdılarınız…
Taşrada çıkarılan dergiler, fanzin içeriği taşıyanlar, taşrada ya da merkezi yerlerde kişisel çaba ve maaşlarla yayımlanabilen dergiler ilk sayılarında ve ilk yıllarında bir hayli farklı ve iddialı oluyorlar. Manifestoları olsun ya da olmasın, yeni ses, yeni soluk, yeni müjde gibi görünüyorlar. Uzun soluklu olanları da var; ama genellikle kısa bir süre sonra kapanıp gidiyorlar. Bu tür dergilerin kapanış gerekçeleri ve nedenleri farklı olabilir. Ancak hemen tümünde görülen ve birbirine benzeyen ortak sancılar var: Ürün bulamamak, basımı sağlayacak parayı bir araya getirememek, tanıtım ve dağıtım yapamamak, abone sistemini çalıştıramamak, kişisel çabalarla dağıtılanların ücretlerini toplayamamak, okura ulaşamamak ve tabii ki bir okur kitlesi oluşturamamak… Ve en kötüsü, biraz ses getirebildikleri zaman, edebiyat ortamının merkezinde yer alan ve büyük dediğimiz dergileri taklide kalkışmak…
Oysa kimseyi taklit etmeye ihtiyaç duymadan, çok cesur olabilme şansları var. Belki de bu yüzden, ne zaman yeni bir dergi çıktığını duysam, sevinçle kitapçıya gidiyor, o dergiyi alıyor ve armağan ediveriyorum içimdeki umut bekçisi çocuğa…

Şiir serüveninizden bahsedebilir misiniz? Hangi şairlerden etkilendiniz?

Ülkemizin, İstanbul’un ve Kasımpaşa’nın belki de en yoksul evlerinden birinde geçti ilkokul çağlarındaki çocukluğum… Bu süreçte bir gün olsun kitap, dergi veya gazete alacak param olmadı. Kışları (okul yüzünden) yarım gün, yazları ise tam gün çalıştım hep. Gazete, nane-limon-okaliptüs, simit vb. satarak başladım yaşamı öğrenmeye ve gözlem yapmaya. Berber ve kunduracı çıraklıkları, sinemalarda yer göstericilikler… Daha neler neler…
Mahalle arkadaşlarım da yoksuldu. Ama okul arkadaşlarımın bazılarının evlerinden getirdikleri ve öğretmenlerin izniyle okul kitaplığından alarak eve götürebildiğim kitapları, nasıl bir açlık ve oburlukla okuduğumu bugün bile anımsıyorum. Ancak yazı ve şiirle ilk ilişkim hatıra defterlerim ve bazı şairlerden –ayrım yapmayı bilmediğim için– sıralı sırasız şiirler alarak tuttuğum defterlerle başladı… Henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken yola çıkılan bir serüvendi bu. Şiirleri herhalde anlamıyordum. Ama hatıra defterlerime şiir gibi şeyler karaladığımdan olsa gerek, şairleri kendime çok yakın buluyordum. O dönemden ortaokul sonlarına dek şu şairlerle tanışmıştım: Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Enis Behiç, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu, Zeki Ömer Defne, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Bedri Rahmi, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Necati Cumalı, Ümit Yaşar… Ancak liseli yıllarımda tanıştığım Nâzım Hikmet, H. İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Enver Gökçe, Arif Damar, Can Yücel, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin vb. şairlerin etkisinde kalışım bir hayli uzun sürdü ve hâlâ sürüyor…
Kişisel tarihime şöyle genel olarak baktığımda, beni yukarıdaki şairler kadar etkileyen pek çok başka şair de olduğunu görüyorum. Aslında divan şiirinden tutun da, günümüz şiirindeki en genç şairlerin o dipdiri şiirlerine kadar, her türlü şiirin etki alanı içinde olduğumu belirtmemde yarar var. Nedim’den, Nefi’den, Şeyh Galip’ten etkilendiğim kadar, Cengiz Kılçer de etkiliyor beni… Kadir Aydemir, Onur Caymaz, Ulaş Nikbay, Özcan Erdoğan, Bilal Kolbüken, Abdullah Eraslan, Can Bahadır Yüce, Zeynep Köylü, Nilay Özer, Serap Erdoğan, Metin Kaygalak vb. genç şairlerden etkilenmemek mümkün mü? Tabii ki daha pek çok iyi ve genç şair var. Ancak yukarıdakiler hemen bir çırpıda aklıma geliverenler…
Dönem, akım ve yaş sırası gözetmeden, bugünkü Aziz Kemal’in en çok okuduğu ve okumadan yapamayacağını düşündüğü şairleri yazmak istiyorum: İlhan Berk, Melih Cevdet, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Afşar Timuçin, Ece Ayhan, Hilmi Yavuz, Fazıl Hüsnü, Sait Maden, Gülten Akın, Ahmet Oktay, Ruşen Hakkı, Özdemir İnce, Ahmet Telli, Ahmet Erhan, Celal Soycan, Hayati Baki, Sina Akyol, Enis Batur, Tuğrul Tanyol, Şükrü Erbaş, Metin Cengiz, Veysel Çolak, Hilmi Haşal, Haydar Ergülen, Lale Müldür, Turgut Toygar, Orhan Alkaya, küçük İskender, Enver Ercan, Mustafa Köz, Akif Kurtuluş, Turgay Kantürk, Serdar Koçak, Hakan Savlı, Bayram Balcı, Baki Ayhan T., Şeref Bilsel, Azer Yaran, İhsan Deniz, Oktay Taftalı, Osman Hakan A., Murathan Mungan, Yaşar Miraç, Ülkü Tamer, Tekin Gönenç, H. Avni Cinozoğlu, Güngör Tekçe, Ahmet Özer, Hasan Hüseyin Yalvaç, Özgen Seçkin, Haydar Ünal, Özlem Sezer, Süreyya Berfe…

Genç şairler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Yeterince eleştiri alabiliyorlar mı?

Şiirlerini severek okuduğum genç şairlerin hepsinde marifet, merak, yetenek, cesaret, birikim ve sabır olduğunu görüyorum. İmzaları silindiğinde birbirleriyle karıştırılabilecek denli benzeş şiir yazan şairler de var. Bütün yollar ‹kendi şiirini bulma alanı’na yönelmediği müddetçe harcanan çabaların hepsi boşuna olacaktır.
Şairi, kendisinden başka kimse yetiştiremez. Onurlu tavrını ve ahlaklı duruşunu koruyan; sabrını, cesaretini, yenilikçiliğini, birikimini aralıksız sürdüren; kimseden icazet beklemeden sadece şiirini yazan bir şairin önünü kimse kesemez. Okuma alanını geniş tutan, evrende ve ülkede yaşananlara farklı açılardan bakabilen genç şair, yukarıdaki niteliklere ve yorgunluk karşısında yeterli direngenliğe sahipse, kendi şiirini ve okuyucusunu mutlaka bulacaktır.
‹Yeterince eleştiri almak› mı? O da ne demek? Hele ki şiirde? Genç şairlerin eleştiri alması veya has şiir yazma endişesi yerine eleştiri beklemesi bence bir lükstür. Usta olduğu söylenen şairlerin bile ‹nesnel eleştiri’den nasibini almadığı bir ülkede eleştiriden söz etmek, hoş bir fantezi gibi görünüyor. Şiir eleştirisi deyince aklıma ilk gelen isimler Nurullah Ataç, Yücel Kayıran, Muhsin Şener… (Bir gün akademisyenlerin bu alana yerleşecekleri düşünü inatla taşıyorum!) Dergilerin ve birkaç şairin özel çabaları da geliyor usuma. Varlık dergisinde ‹Ustaların Seçtikleri› ve sonrasında ‹Okur Mektubu›… Orhan Alkaya ile Metin Celal’in çabaları da unutulacak türden değil(di)… Ama hep bir isim var dilimin ucunda: Ahmet İnam… Keşke diyorum bütün işini gücünü bıraksa da şiir yazmaya, şiir eleştirileri ve denemeleri yapmaya soyunsa sevgili Ahmet İnam Hoca…

Sizi şiire iten durumlar ve algılama süreçleri nelerdir? Bu edimleri şiire aktarma yönteminiz nedir?

Evet, beni şiire iten durumlar vardı, var… Yaşadıkça da var olacakmış gibi görünüyor. Çocukluğumdan beri bir tutku olarak kaldı okuma, şiir, yazı… Kitap okuma ve şiir yazma sevdam çok küçük yaşlarda başlamıştı. O zamanlar yazdıklarımın şiir olduğunu iddia edecek değilim elbette. Ama sözcüklerle kurduğum akrabalığın çok küçük yaşlardayken başladığını gayet iyi biliyorum. Erişkin dönemlerimde, iyi niyetlerimizin bile ‹eskiz’lerden ibaret olduğunu ayırt ettiğimde hançere sancısı başlamıştı. Eskizlerin ve aslına yabancılaşmanın karşısında, bireysel başkaldırımın şiir biçiminde –ve ilk olarak günlük sayfalarında– ortaya çıktığını gördüm. Ben’in biz’den, biz’in ben’den habersizmiş gibi davrandığı bir eskizler dünyasında, sabaha düş asılları ile başlamanın albenisine kapıldım. Ve hemen hemen bütün şairler gibi ekonomik, akademik ve mesleki açıdan yoksunluklar içinde olacağımı bile bile şiire soyundum.
Evet, beni şiire iten durumlar vardı, var… Yaşamdaki her şey şiir yazdırabilir bana. Bazen sözcük, imge ya da dizeler öylesine takılır ki aklıma, şiiri yazmasam çıldıracakmışım gibi gelir. Yazarım; şiir de kurtulur, ben de… Bir sözcük, bir tümce, bir imgelem, bir fotoğraf, bir film, bir gülüş, bir gözyaşı ya da değişik ve ayrıksı herhangi bir şey, şiirin uç vermesine yol açabilir. Bir bakıma aşk gibi görüyorum şiiri, şairi de yüreğini ele geçiremedikçe usuyla hesaplaşan bir çığlık uzmanı… Şair aynı zamanda özür dilemek için yazar, bütün insanlar adına kendinden ve umarsızlıktan özür dilemek için… Başkaldırır, yıkar, gösterir… Başka hiçbir gücü de yoktur. Öncelikle gösterir şair; bir ‹sezgi fotoğrafını› gösterme çabasından başka hiçbir şey gelmez elinden. «Baksak, görsek ve farkına varsak, belki alışılmışın dışında ve daha güzel fotoğrafları yakıştırırdık kendimize» diye düşünmesini bekler okurun. Şaire göre insan, üretmenin, üleşmenin, sevmenin, sevişmenin, dokunmanın, onurla yaşamanın ve yaşatmanın fotoğrafında dolaşması gereken güzelduyusal varlıktan başka bir şey değil çünkü…

Şiirin sancıları hayatınızı nasıl etkiliyor?

Şunu hemen peşin söyleyelim: Şiir yazmadığı zamanlarda da sancılıdır şair. Yaşamın ta kendisine ve ayrıntılarına bakışı yüzünden… Ama şiirin oluşması sırasındaki sancı biraz daha yoğun ve farklıdır. Bir anne adayının doğuma durmasından hemen önceki sancılara benzetebiliriz. (Sözü edilen sancıyı, ancak doğum yapan bir anne bilebilir. Ama anlatılanlardan, gözlemlerden, çağrışımlardan ve sezgilerden çıkardığımıza göre benzersiz bir sancı olduğunu hissediyoruz.) Böylesine sancılara rağmen, doğum sonrasında huzur içinde bir ana-tanrıçadır kadın. Çocuğunu yitirse de bilir doğurgan bir tanrıça olduğunu. Şair ise onca sancıdan sonra yarattığı şiirine ilk muhalif kendisi olacaktır. Şiirin ilk yabancısı, ilk ötekisi yine kendisidir. Ayrıca bu durum şiirin de umurunda olmaz. Var olduğunu fark ettikten itibaren alıp başını gidecek ve ilk unuttuğu da kendisini yaratan şairi olacaktır. O vefasız şiirin şairi ise, gerçekten tuhaf denebilecek yeni hazlar içinde, bambaşka bir gebeliğe ve sancıya soyunacaktır. Kâğıt, kalem, sözcük ve imge cümbüşü içinde…

«Senden vazgeçmedikçe / seni sevemem» beyitini açıklayabilir misiniz?

Önce şunu belirteyim: Bütün sevmeler ‹aidiyet› kokar. Ben’in bir başkasını sahiplenişi söz konusudur burada. Sevdiğimiz ya da âşık olduğumuz kişiyi ben’le ‹bir’leştirmeye ve sonuçta ‹yok› etmeye çalışırız. Bunun ‹iradi bir durum› olduğunu değil, ‹bir durum› olduğunu söylemek istiyorum. Bu durumu fark eden ya da bilen bir kişinin, karşısındakini özgür bir ‹ben› olarak algılaması ve yaşarken bunu göstermesi, iki ‹ben› arasındaki uyum bozulduğunda ise ondan vazgeçebilmesi sevginin en önemli göstergesidir. Böylesine bilinçli ve saygılı bir tavrın, iki kişiyi de arındıracağını, ayrı yaşamak zorunda kalsalar bile sevgilerinin sürmesini kolaylaştıracağını belirtmek istiyorum. Birbirine katlanmak zorunda kalmadan birbirini sevebilen iki insan… Düşü bile güzel, değil mi?
Ancak insanın ‹benci’liğini alt etmek o denli kolay değil… Yukarıdaki beyitte, tutku ve aşkın ben’leri biz yapmak yerine, başka bir ben’e, yani tuhaf bir ‹bileşke- ben’e dönüştürdüğüne, birlikteyken sevdanın can çekiştiğine, ortalıkta mülkiyetin cirit attığına işaret eden bir metafor var. İki ‹ben› de ‹ben’likten çıkma, metamorfoza uğrama, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Çünkü aşk, ‹öteki’ni bütünüyle ele geçirme, ona ulaşma, onu ‹ben’leştirme› ve ‹yok’laştırma edimidir. Öteki’nin varoluşuna saygı aşkı değil, sevmeyi gerektirir. Sevmek de, ben’in, başkasına ait bir ben’in sınırlarını zorlamaya başladığını duyumsadığı an, o başkasından vazgeçebilme yüceliğidir.

«saçımdaki beyaz da bitti, ipek tülbendin ölümü / anlıyorum artık tozun da, tuzun da, közün de / kalmamıştır kül kadar hükmü»… Ölüm ve yalnızlık tanımlamalarınızın ve bu olgulara ilişkin imgelerinizin arasında bir ilişkiden ya da ayrımdan söz edilebilir mi?

Aslolan yaşamaktır. Şair de hayatın içinden gelmekte, oradan beslenerek üretmekte; ama ölümün, insan ömrünün sonunu bağlayan tanıdık bir olgu olduğunu bilmektedir. Ayrıca, kendine bilinçli yalnızlık süreçleri hazırlayan bir kişi olduğu için, ‹ölüm› izleğiyle en çok yüzleşen insanların da başında gelmektedir. Yalnızlık dediğimiz şeyse, ‹ben’in tek başınalığının farkına varma hali olsa gerek… Sanatçıların hemen hepsi yaratma aşamasında, yalnızlığı özellikle seçmek konumundalar. Sevmek yoktur artık o aşamada; paylaşmak, dokunmak, sevişmek yoktur. Gittikçe büyüyen bir yaratma sancısına, ancak yalnızlığınız katlanabilir…
Aslolan yaşamaktır demiştik. Ölümün de değişmez bir gerçeğimiz olduğunu biliyoruz. Ölüm izleğinin şairler tarafından sıkça işlenmesinin nedeni, onun farkına varıldığının ve bir adım geride bırakılmaya çalışılmasının düşü ve arzusu olabilir. Herhangi bir insan için ‹hısım› gibi görünen ‹ölüm ve yalnızlık› ikilisi, sanatçı için birbiriyle çekişen, birbirini yok etmeye ya da ertelemeye çalışan iki ‹hasım’dan başka bir şey olmasa gerek…

Günlük tuttuğunuzu biliyoruz. Bir yazar, bu çeşit yazın türlerini deneyerek ne çeşit kazanımlar elde edebilir?

Günlük tutmak ile kazanımlar elde etmek arasında doğru bir orantı olduğunu yadsıyamayız. Ancak günlük tutmadıkları halde, çok iyi eserler veren şair, öykücü ve romancılar tanıyorum. Başka bir sorunuzu yanıtlarken değinmiştim: Hatıra defteri tutmaya başladığımda yedi sekiz yaşlarındaydım. Bu defterin günlüğe dönüşmesi ortaokul ve liseli yıllarımda başladı. Yaşadığım acıları, sevinçleri, hüzünleri, aşkları, kırıklıkları, umutları, düşleri, karabasanları kendime adreslediğim ilk mekânlardı günlüklerim. İlk aşk şiirlerimi, komşular ve arkadaşlarla kurduğum dostlukları, ortak acıları, yenilgilerimi, zafer sandığım şeyleri bir vakanüvis ciddiyetiyle kaydediyordum. Babamın iş değiştirmesi nedeniyle Kasımpaşa’dan Adapazarı’na göçmüş ve ortaokulu orada okumuştum. İlk şiirlerimin Adapazarı’ndaki günlük gazetelerden birinde (sanırım adı ‹Gürses› olan bir gazetede) yayımlandığını anımsıyorum. Henüz on üç yaşındaydım ve o gazetede ‹Çocuk Hikâyeleri ve Şiirleri› adlı bir köşem vardı. İlk ve önemli kaynaklarım günlüklerimdi. Sonraları askeri okullar, gizli tutulan günlükler, yırtılanlar, yakılanlar, ara verişler, değişen koşullar yüzünden günlük tutulamayan yıllar… Derken 1985 yılında yeniden başladım günlüğe.
Arada bir karıştırıp okuduğumda, kendimle ilgili pek çok ‹yalan’la da karşılaşıyorum elbet. Sanırım çocuk ve gençlerin (başkaları tarafından okunur korkusuyla olsa gerek) yalana en çok başvurdukları yer günlükleridir. Ama şiir, yalanı çok sever (!). Bu yüzden belki, o defterlerdeki yalanların karşılıklarıyla günlük yaşamda yüz yüze geldiğimde, o güzelim yalanların düşlerle süslenerek şiirleşmeleri pek kolay oluyor… Sözün kısası çağrışımlar, ilhamlar, yalanlar, yaratılar ve keşifler çıkınıdır günlük. Otokontrol hücremiz olduğu kadar, kendimizi havalandırdığımız alandır da… Yenilenmemizi söyleyen gerçek dosttur günlüğümüz. Krallığını ilan ettiğin yerdir orası, soytarılığına deneyimler kazandırdığın okul… Günlük tutanların, ben’lerini sorgulama, değiştirme, yenileme ve izleme olanağına, tutmayanlardan çok daha fazla sahip olabileceğini düşünüyorum.

Niçin «bir tek aşk yok ayrılığı ve yalnızlığı barındırmayan içinde»?

Aşk özünde tutku ve düşkünlükle özdeşleşen, ancak pek çok sıfat ve isim tamlamalarında çoğunlukla tamlanan konumunda olan bir kavram: Tensel aşk, tanrı aşkı, vatan aşkı, insanlık aşkı, adalet aşkı, platonik aşk, yasak aşk, doğa aşkı vb. Aşk’ın tamlayan olduğu durumlar da var: Aşk yarası, aşk yuvası, aşk badesi, aşk beldesi vb… Yukarıdaki dizede geçen aşk, bir kimsenin başkasına duyduğu cinsellik, kimyasallık ve aidiyet taşıyan tipik bir aşktır. Böyle bir aşkta görme, ulaşma, kavuşma, tanıma ve nihayet ele geçirme gerçekleştiğinde, ilişki hâlâ aşk olarak adlandırılsa bile, içeriği biçim değiştirmiştir. Ve böyle bir aşk (!) kimseye zarar vermeden mışıl mışıl (!) sürer gider. Oysa yoğun istem ve girişimlere karşın, ben’ler bağımsızlıklarını koruduklarında ve birbirlerini ‹bileşke-ben’e dönüştüremediklerinde süren eğilimdir aşk. Aşkı aşk yapan da işte bu, ben’leştirme savaşı sırasında çekilen acıların toplamı ya da bileşkesidir. Acıların çoğunlukla aşırı, ölümcül ve katlanılmaz boyutlarda oluşu yüzünden, ayrılık ile yalnızlık hemen eşikte beklemektedirler. Eğer eşikten içeri alınır ve evcilleştirilirlerse, aşk denilen şey saygı, sevgi ve alışkanlıklardan ibaret olan ve kimlik derdi taşımayan bir birliktelik halini alıverir. Eşikte kalmayı sürdürürlerse, içerideki aşk da sürüyor demektir. Bir gün bu büyük savaş yerine ben’in onuru ve bağımsızlık kaygısı gündeme gelirse, aşk, eşikte bekleyenler tarafından çekilip götürülür. Ayrılık ve yalnızlık ikilisinin tuhaf bir serüvenleri var bana göre: Onlar her nerede aşk görürlerse gidiyor ve o evin eşiğine yerleşiyorlar. Gece gündüz ‹ben’lerin savaşlarını gözleyerek, onur ve bağımsızlık duygusunun su yüzüne çıkmasını bekliyorlar. Aksi takdirde sonsuza dek o eşikte kalacaklarını biliyorlar çünkü… Yani bu ikiliye, aşkın ruhları ve yoldaşları yerine cellatları demek daha bir yakışıyor…

«Yürek eskirse usa sığınabilir» mi?

‹Yürek› burada duygusallığı ve özellikle sevdayı vurgulayan bir eğretileme elbette. Duygusallıkları törpülenmiş; sevdalara soyunmayı unutmuş; dokunmayı, acımayı, yardım etmeyi, güzellikleri yaşamamış ya da artık unutmuş birinin, aslında ömrü tamamlanmıştır. Bu tamamlanışı fark etsin ya da etmesin, kişi doğanın herhangi bir canlı nesnesi olarak, yaşamını güdüsel bağlamda sürdürmek isteyecektir. Ancak yukarıdaki dizede gönderme yapılan kişi, sevdayı ve duygusallığı vaktiyle yaşamış, acılar çekmiş ve sonunda bilinçli olarak yüreği yedeklemiş ya da ertelemiş kişidir. Ona göre usundan başka kabul edileceği hiçbir yer yoktur. Bize göre de öyledir aslında. Kendi karamsarlığından yola çıkıp kendi kara-deliğinden başka bir hedefi kalmamış kişinin yüreği kadar usu da karanlıklar içindedir. Bu kısır döngü de ancak orada kabul görebilir.
Özümsenmemiş bilgi ve birikimin bana göre en büyük kötülüğü, yüreğin eskimesi halinde, onu yenilemek ya da yeniden denemek yerine, usa çekilip unutmanın tek umar olduğunu düşündürtmesidir. Yürek, sevda, duygusallık, duyarlılık vb. kavramlar eninde sonunda zaten usu eğretileyen kavramlardır. O halde özümsenmeyen bilgi, fenomen ve birikimin, estetik, yararlılık ve dışavurum açısından ‹güzel insanı› yaratması ve güzellikte devamlılığı sağlaması söz konusu bile değildir.

‹Usulca› adlı şiir kitabınızdaki ‹Tirinam Aynaları› adlı şiirinizle edebiyat dünyasının kirli yüzünü ortaya koyuyorsunuz. Bu yüzü bize de anlatabilir misiniz?

Anlatılacak bir şey yok aslında. Sadece söylenecek ve sözcüklerle fotoğraflanacak şeyler var. O şiirle bir fotoğraf göstermeye çalışıyorum. Tabii ki her alanda olduğu gibi, edebiyat dünyasında da bilmediğim(iz) ve fotoğraflanması gereken ne çok şey vardır. Başka şair ve yazarlar da söylüyor. Hatta kimileri açıklamalı şekilde ve sayfalarca anlatıyor. Antolojiler, jüriler, yarışmalar, kapağı bile açılmadan elenen dosyalar, alıntılar, çalıntılar, kayıntılar, küfür ve hakaret dolu saldırı yazıları, saldırgan özsavunular (!), aşağılamalar, editörlere yakınlıklar, hizipler, ahbap çavuşluklar, kayırmalar, ayırmalar, şunlar bunlar… Saymakla bitecek gibi değil… Doğrusunu isterseniz bu konuda ahlaklı söylemlere sığınıp büyük laflar etmenin bir âlemi de yok, yararı da… Yenilerin ve gençlerin böyle yapmayacakları umudunu saklı tutarak, böyle gelmiş böyle gidiyor demek zorundayım. Kimlik ve kişiliklerin, aydın olma sorumluluğunun çok uzun ve çok derinlemesine tartışılması gerektiğine inanıyorum. Tabii ki bu işin uzmanı olan akademisyenlerin önderliğinde…
Edebiyat dünyamızda trajikomik şeylere tanık oluyoruz. Genç ve yeniyken, bir eseriyle hemen tanınan ve edebiyat dünyasındaki yanlışlara ve yanlışlıklara karşı büyük laflar eden bir yazarın kısa bir süre sonra değişmesi işten bile değil… Köşebaşlarını tuttukça, kendisi gibi olanlarla işbirliği yaptıkça, erk oluşturdukça başkalaşım geçiriveriyor. Erk’in sadece siyaset alanında gündeme getirilmesi, politik bir kara-gülmeceden başka bir şey değil doğrusu… Oysa sanatçı denince aklıma ‹önce kendi iktidar koltuğunun dibini kurcalamayı becerebilen› yaratıcılar geliyor. ‹Tirinam Aynaları› adlı şiirimi vakti zamanında dergilere göndermiştim. Üçer ay arayla, en az beş veya altı dergiye… Üç ay bekliyordum, yayımlanmayınca başka dergiye… Sonunda hiçbiri yayımlamadı. Gördüğünüz gibi nerdeyse hepimize gönderme yapan bu fotoğraf-şiir ancak ‹Usulca› adlı kitabımda yer bulabildi (!). Siz gençlere, uzatmadan şunu söyleyeyim: Nasılsa edebiyat dünyasının içindesiniz. Yaşayın, gözlemleyin, deneyin, yanılın, bir daha deneyin ama bu kez yanılmayın… Hepsi bu… Bir yerlerde erk koltukları görür veya hissederseniz, yararlanmayacak bir uzaklıkta kalın ve dinamit lokumlarınızı hazır tutun!

‹Tabanımdaki Çamur› adlı romanınızda, ana karakterler olan Bahriye ile Kerim’in düşünce ve davranışlarında belirgin bir karşıtlık olduğunu görüyoruz. Kerim duygularının ve geçmişinin üzerine giderken, bunları besleyerek büyütmeye çalışırken; Bahriye, Kerim’i barındıran geçmişini unutmaya, Kerim’den kopmaya çalışıyor. Böylesine karşıtlıkların ve çelişkilerin, romanın oluşum sürecindeki anlamı nedir? Sizin için kişisel (özel) bir anlamı var mı?

Edebiyatçı bağlamında kıskanç biri değilim. Kıskandığım bir tek şair veya yazar anımsamıyorum. Ancak kimi çevrelerce romanıma biraz daha fazla ilgi gösterilince, şiirlerim adına kıskançlık duyduğumu itiraf etmeliyim (!). Ben, romanını kıskanan şair Aziz Kemal (!). Oysa ‹Tabanımdaki Çamur’un dört dörtlük bir roman olduğunu sanmıyorum. Zaten koyduğum alt başlıkta da gerekli açıklamayı yapmışım: «Nahif Bir Roman Denemesi ya da Kısacık Ürperişin Upuzun Bir Öyküsü»…
Her romancı için, ilk romanı başta olmak üzere, tüm romanlarına kendisinden izdüşümler taşıdığı söylenir. Doğru olabilir. Ancak bu roman, vurularak öldürülen kardeşim Aziz Çolak’ın son beş gününü anlatan bir romandır. Tarihler, meslekler, mekânlar, kişilerin ve ilişkilerin pek çoğu tamamen kurgudur. Aziz’in bazı yazı ve defterleri ile benim günlüklerimden birçok alıntı yapılmıştır. Kerim’in kişiliğinde Aziz Çolak ve Aziz Kemal Hızıroğlu başta olmak üzere bir hayli insanın izdüşümü vardır. Roman dediğimiz şey, gerçeklerden ne denli yararlanırsa yararlansın, eninde sonunda bir kurmacadır. Bahriye de, Kerim de çok kişinin zaaflarını ve güzelliklerini yüklenmiş karakterlerdir. Kerim (geçmişinde olduğu gibi hâlâ) katıksız bir devrimcidir, Bahriye ise (bir zamanlar sıkı olan) bir devrimcinin kardeşidir. İki insan arasındaki bütün fark özünde burada yatmaktadır. Kerim güneştedir, ne istediğini bilir. Oysa Bahriye mehtapta dolaşır; çünkü ailedeki konumuna koşut olarak kimliği de gölgede, hatta karanlıktadır. Vaktiyle de olsa güneşli bir ağabeyi vardır; yıllarca ondan yansıyan ışıklarla idare etmiş, ama son zamanlarda ağabeyi ışık yitirdiği için, Bahriye asıl kimliği ile baş başa kalmaya başlamış, koyu bir karanlığa ve yalnızlığa sürüklenmiştir. Her şeyden önce çarpıcı bir fenomendir Bahriye. Yunan tanrıçalarını ve heykellerini kıskandıracak denli güzeldir. Kerim’in tutkusunun ve yanılgı payının büyük bir kısmı, bu güzelliğe meftunlukta yatmaktadır. Fenomenoloji açısından bir yanlışlık olmayabilir; ama burada yüreği durmadan karanlık usuna yaslanan umarsız bir Bahriye ile bu güzellik yüzünden yüreğine usunu yedekleme cüretini gösteren bir Kerim söz konusudur. Hangi nedenle olursa olsun ve kendini ne kadar sorgularsa sorgulasın Kerim sırılsıklam âşıktır. Kerim’in bu tek kişilik aşkı ile kararsızlığın ve alışkanlıkların dürtüklediği güzel Bahriye arasında geçen trajik bir romandır ‹Tabanımdaki Çamur›. ‹Gerçekçi bir roman› diyor bazı eleştirmenler. Doğrudur; çünkü bütün kurgular ekmek, su, toprak denli yalın ve somut gerçeklikler üstüne kurulmuştur. Romanımın benim için çok kişisel bir anlamı olduğu, anlattıklarımdan açıkça anlaşılmıştır umarım. Ancak bu kitabı dikkatli şekilde okuyacak herkes için de, nostaljik ve geleceğe yönelik ‹özel› bir anlamın oluşacağına inanıyorum.

‹Beyaz da Bitti› bu yıl içinde çıktı. Şimdi tezgâhınızda neler var?

Edebiyat bağlamında söylersem, son birkaç yıl içinde çok fazla yoruldum. Yedi kitabımın ikinci basımları yapılırken, iki de yeni kitabım yayımlandı. Dersler, söyleşiler, şehir içi ve dışı koşuşturmaları da eklenince varın gerisini siz düşünün. (‹Yaşlandım, yaşlanıyorum› sözünü inatla söylemediğime dikkat ediyorsunuz değil mi!?) Ben şiirlerinden ve kitaplarından maddi kazanç elde etmiş bir şair değilim. Pek çok şair ve yazarın da benim konumumda olduğunu gayet iyi biliyorum. Maddi kazanç elde etmek diye bir derdim de olmadı aslında. Galiba kazananların olduğunu bilmek, ‹ben kazanmadım› vargısına götürüyor insanı. Varsın olsun, sağlıklı kalabildiğim müddetçe part-time çeviriler, dernek ve vakıflardaki İngilizce grup dersleri ve özel derslerle geçimimi sağlar giderim. Sonra? İnanın ki sonrasını düşünmediğim gibi umursamıyorum da…
Tezgâhımda neler var? Önce tezgâhımdan hiç eksik olmayanları sayayım: Bir duble rakı, biraz peynir, bir kitap ve üç beş dergi… Çalışma odamın sağına soluna dağılmış, çantalarımda sıkışıp kalmış, mutfak masasının altına günler önce düşmüş pek çok müsvette kâğıttan da söz etmeliyim. Onlarda ne mi var? Üç aşağı beş yukarı yakalanmış, kurgusallıklarında küçük problemler taşıyan, müdahalemi ve yeniden burnumu sokmamı bekleyen onlarca şiir… Varsın beklesinler, bugünlerde uğrarsam uğrarım. Onların keyfi yerinde, ben ne dersem diyeyim, kendilerini tek tek dolaşacağımı nasılsa biliyorlar (!). İçimde hep o has şiiri bulacağıma dair nahif umut… Bir bulsam ne yapacağımı biliyorum: O zaman tezgâhımda sadece rakı, peynir, kitap ve dergi olacak ve de etrafta bir tek yazılı veya yazısız kâğıt bırakmayacağım!
2003 yılında belki yeni bir kitap daha diyorum. Bekleyen şiirlerle dergilerde görünmüş olanları derleyebilirim. Ancak bu yorgunlukla (dikkat, yaşlılıkla demiyorum!), altından nasıl kalkarım bilemiyorum. 2003’ün gelmesini bekleyelim önce… Bir yaş daha gençleşeceğim için yeni bir dirilik diyorum, neden olmasın?
Bunca uzun yanıta ve ayrıntıya gösterdiğiniz sabır için teşekkürler…