Okuduğun şeyden başını kaldırıp bakıyorsun. Seni yeterince tanımıyorum henüz. Şöyle bir uzanıversem saçına, yırtıcı bir fırtına mı olur gözlerin? Bilemiyorum. İçimde biriktirip durduğum o terk edilmiş bakış açısını sunsam sana, sen de görebilir misin oradan dünyayı benim gördüğüm gibi? Bilemiyorum. En derin türkülerimi vermeli miyim sana? Tanımıyorum seni, korkuyorum… Korkuyorum türkülerimi kirletmenden. Türkülerim, kayboluş anlarında elimden tutan, koşulsuz güven duyan biricik dostlarımdır. Onları küçümsemeye kalkarsan, anlamsızlaşıverir gözlerinin parlaklığı, geçip gitmek zorunda kalırım yanından senin. Çünkü gitmezsem, eriyip yok olurum. Ölürüm. Tüm düşleri çalınmış bir adam, ne için yaşasın ki? Tutunacak bir dalım kalmalı benim de daima! Eğer kirletirsen türkülerimi, kendini kirletirsin, beni kirletirsin!
Seni kendi kalıplarıma sokmaya çalıştığımın farkındayım. Seni tanımıyorum, ve tanımadığım için daha kolay ve zevkli oluyor bu iş! Beynimin içinde dilediğimce çiziyorum hatlarını, tüm kurallarını koyuyorum oyunun, gönlümce… Sonra birden düşünüyorum, ya sen de beni tanımlıyorsan kafanda? Ya altından kalkamayacağım roller veriyorsan bana? O halde birbirimizi tanımamız, kafalarımızdaki “birbirimizi” öldürmemiz demek değil mi? O her şekle sokabildiğimiz, bize hem uzak, hem yakın duran “özelimizi” fırlatıp atmak değil mi?
Beynimdeki “sen” usulca bakıyorsun şimdi bana. “Haklısın” diyorsun, kanımı donduruyor gözlerinin titreşimi. Bana “sev” diyen tüm ağaçları, tüm türküleri, tüm sesleri avuçlarıma yükleyip uzatıyorum sana. Pembe bir rüzgâr esiyor, bir mısra getiriyor yüreğime: “Öteki kapımdan gel bunu açamazsın.”
Bu beklenmedik armağanımdan sonra ne yapacağını şaşırıyorsun, gözlerin uzaklara saplanıyor bir an. Neden sonra bana gülümseyip, “Teşekkür ederim ama…” diye başlıyorsun söze. Yo hayır, duymamalıyım! Susturmalıyım seni. Kafamdaki “sen”, neler diyeceksin bana öyle? İçimdekine sonsuz güven duyan ben, hazır değilim ki böyle bir yenilgiye, gözlerinin acımasızca yanan soğuk maviliğine… Susturmalıyım seni, ve gerisini duymadan cümlenin, “Çok kötü bir oyuncusun” diyerek gülmeliyim sana, “Hiç iyi oynayamadın sana biçtiğim rolü… Ama olsun, ziyanı yok!”. İçimde biriktirmeliyim gözyaşlarımı, alıp yere çalacağım o rüzgârı, ağaçları, türküleri sonra. Derken kesmeyi beceremediğim cümlenin geri kalanı dökülüyor dudaklarından: “Bu kadarı nasıl olur? Nasıl, nasıl böylesine benzer iki insan? Baştan beri, tüm çırpınışların, tüm devinimlerinle beni anlatıyorsun aslında, ağaçlarımdan, türkülerimden bahsediyorsun. Özellerimden!”
Cümlenin sarsıcılığı bir yana, beni asıl şaşkına çeviren, sesin geldiği yer oluyor! Kafamın içinden gelmiyor bu kez, tam karşımda dikilmiş, bakışlarıyla içimi ısıtan “gerçek sen”den geliyor!! Ne yapacağımı bilemez haldeyim şimdi, söz sırası gözyaşlarımın…
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun