minibüs - özgün ulusoy

Vedat Kamer tarafından Ct, 04/11/2006 - 17:19 tarihinde gönderildi

Aynı anda geçen onlarca minibüs arasından birisi vardı ki, çözülmez bir duygu akıtıyordu yola. Kendine karşı delice bir inatla beklemiş, ama hep bekletilmiş bir adamın kaygıları süzülüyordu minibüsün içinden geceye. Hızla geride kalıyordu her şey, yol çizgileri, saraylar, Haliç, ışıklar, karanlıklar… Adam kafasının içindekileri dışarı atmak, onları ardında bırakmak için sonsuz bir arzu duyuyordu. Yolda umuda rastlarsa eğer, onu beceriksizce kaçırabilme olasılığı oracıkta yitip gitme düşüncesini sokuyordu kafasına, kaybolmalıydı, unutmalı ve unutulmalıydı. Bir an önce hem de, beklemeye tahammülü kalmamıştı…
Minibüsün camına dayalı başının içinden neler geçiyordu neler… Hızla, ama her şeyi sindirerek düşünüyordu. Sonuçta dönüp dolaşıp yine kendi yüreğine düğümleniyordu kaybolmuşluğu. Güneşle dost bir gün düşünmüştü örneğin, unutmak istediklerinden birisiydi bu, güneşin umarsızca yaktığı başını sevgilisinin sözleri döndürüyordu, içten bakışlar gidip geliyordu aralarında. Hızla kanatlandı, geceye uçtu bu düşüncesi, dev ışıkların yaladığı bir caminin minareleri arasından ustaca süzüldü ve göğe yükseldi. Oradan baktığında, aşklar gördü yeryüzünde, terk edilmek istenmeyen düşüncelerin varlığına şahit oldu. Ve içi sızlayarak, her yerine bulaşmış karanlığı da yanına alıp tekrar geldiği yere döndü, nefretle. Adamın yüreğine tükürdü, ve sıkıca bağladı kendini oraya. Bencillikle suçlanan adam, bir kez daha yitmek istedi, hayatında bir kez olsun bencil olacak, anılarından soyutlayacaktı kendisini. Oysa kararlılığını besleyemedi, kendisini savunmak için en küçük bir uğraş dahi veremedi. Ümitsizdi ve kaybolmuştu. Zayıf olduğunu hissediyordu.
Birkaç denemeden sonra vazgeçti içindekileri salıvermekten, çünkü her defasında gecenin karanlığına boyanıyor, birer hançer olup yüreğini kanatmak üzere geri dönüyorlardı. Üstelik adam artık öğrenmişti ki, yürekteki sıkıntı daha çok yakıyordu insanı beyninin içindekinden. Kendisine bir yol bulmanın olanaksızlığı cebinde, evine doğru yollanıyordu. Minibüs geceyi yarıyor, inatla öne atıyordu kendini, içinde koca bir özlem varmışçasına ilerliyordu. Minibüsün, zaman çabuk geçsin diye türkü söylediğini düşündü. Zaman çabuk geçsindi ki, bekletmesindi daha fazla onu bekleyenleri… Adam bunları düşünürken boğulduğunu hissetti, koca bir el eziyordu onu, ve terk edilmiş olmanın sancısıyla iş birliği yapmışçasına gözlerinden akan yaşları siliveriyordu gece. Kimseler görmüyordu ağladığını… Yalnızdı, kendisine yardım edemiyordu…
“İnmeliyim.” diye mırıldandı, “Ne olur dur, yalvarıyorum sana. Türkünü bölmek istemezdim ama…” Hiç oralı değildi, adam bıyık altından gülümsediğini düşündü minibüsün, sanki daha hızlı gidiyordu şimdi. Zaman yüreğinin tam ortasından geçiyordu bir kurşun gibi. Kendisine ışıltıyla bakan bir çift göz gördü adam, tanıdık bir çift göz. Tanıdık sözcükler buldu kulaklarının etrafında sallanan: “Sonuna kadar paylaşmaya hazırım hayatımı!” Ansızın donuklaştı, yabancılaştı karşısındaki gözün bakışları…
Artık içine sığmayı kabul etmeyen ızdırabını çoğaltacağını bile bile:

“Neden?” dedi adam kıvranarak.
“Nedeni yok, bilmiyorum.” dedi buz gibi soğumuş olan ses.
“Anlıyorum.” dedi gözyaşları adamın. Oysa sıkılmış yumrukları hiçbir şeyi anlamadığını söylüyordu.
“Üzgünüm… Üzgünüm…” Hıçkırıklarla birlikte eridi ses, karanlığın öbür ucunda kaldı.
“Sonsuza dek…” diye düşündü adam, gözyaşları yanaklarını yakıyordu.

İçine düşmüş olduğu kâbustan bir anlık sıyrılışı ve ölüm kokan birkaç saniyenin yüreğinden geçişi, minibüsün attığı taklalar sonucu yol kenarında ters yatışı ile noktalandı. Her yanı kaplayan duman umarsızca dönen tekerleklere eşlik ediyordu. Artık ne gece, ne acı, ne de yüreğini sıkan eller vardı. Hiçliğin içinde kaybolmuştu insanlar, yollar, otomobiller, aşklar. Gözlerinin altı şişmiş ve ıslak olduğu hâlde yerde yatıyordu adam, ölmüştü.
Yıldızların tanıklığında şöyle haykırdığı duyuldu minibüsün: “Aç gözlerini ne olur, aç gözlerini, aç ki sana bekleyenim olmadığını söyleyeyim, aç ki yola damlayanın türkü değil, göz yaşlarım olduğunu söyleyeyim, seni karanlığın acımasız ocağına ellerimle teslim etmemek için durmadığımı, terk edilmenin ne demek olduğunu bildiğimi söyleyeyim! Aç gözlerini adamım, ah ölme, ölme!”
Bu sözler gök boyunca yankılanarak dolaştı, geri dönüp bir hançer gibi kondu minibüsün yüreğine. Çığlıklar… karanlığın öbür ucuna dek uçtular mı dersiniz?