hangisi? - zafer yalçınpınar

Vedat Kamer tarafından Pt, 12/02/2007 - 23:05 tarihinde gönderildi

«Fazla gevezelik etmeyeceğim; olup biteni, olduğu ve bittiği gibi anlatacağım.»

Adadaki evimizin her zaman için tamire muhtaç bir tarafları olmuştur. Bu evi, dedem ve büyük amcam kendi elleriyle yapmışlar. Dedem marangoz, amcam da kalıp ustasıymış. Ev inşa edilirken babam sekiz yaşındaymış ve onlara «getir götür» işlerinde yardım edermiş. Bazen de küçücük eline çekici alıp, bükülmüş çıkma çivilerini düzeltirmiş. Artık amcam da dedem de toprağın altındalar ama bu ev hâlâ ayakta duruyor.
Yapan ölüyor, yapılan devam ediyor.

***

Şimdi, babamı izliyorum. Artık kırk yaşında ve ağustos ayının kavurucu sıcağının altında evimizin ahşap cephesini onarıyor. Merdivenin tepesine çıkmış, çürümüş bölgelerin ölçüsünü alıyor, bunlara göre kontrplaklar kesiyor ve daha sonra onları monte ediyor. Ben de merdivenin dibinde durmuş sonsuz bir hayranlıkla onu seyrediyorum. Sekiz yaşımdayım.
Babam, bir ara, «Git, aletlerin bulunduğu dolaptan keseri getir bana!» diyor. Koşarak ardiyeye gidiyorum. Dolabı açıyorum ve aletlere bakıyorum. Keserin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Ancak, tahmin edebilirdim. «Uzunca, keskin bir şey olmalı» diye düşünüyorum. Bir türlü emin olamıyorum. Sonunda bir karar veriyorum: «Keser» olabilecek aletleri, üçer beşer, ardiyeden dışarı -merdivenin yanına- taşıyorum. Yedi ya da sekiz sefer gidip geliyorum ve hepsini babamın görebileceği bir yere diziyorum. O, sessizce, merdivenin tepesinden beni seyrediyor.
İşim bittiğinde, nefes nefese babama soruyorum:
«Hangisi keser?»
Babam gülümsüyor.

***

«Sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum; sen de —galiba mutluluktan— koşuşturup duruyordun. Sana, yarı şakayla, «Haydi bakalım —bana erik getir» demiştim. Koşup gitmiştin: Bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun. Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: Manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler…
Ağaçta erik yoktu; ama Baban senden erik istemişti… —Ne yapabilirdin ki…
Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın —işte seni insan yapan da bu.
(…)
Buna, seni öylesine etkileyene, ve o yaptığını yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, «sevgi» adının takıldığını işitmişsindir, bol bol — herkes ondan sözeder; o «Erik yok» diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. Ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır— sahiden arayanlar daha da az… —Bulabilenler…»
(…)
İnsanların, «Çok yakın dostumdur» dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini— ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun— Bu da bir başka erik hikayesi…»
Oruç Aruoba, Zilif, Sel Yayıncılık, 2002, s.12-14

***

Şimdi, meseleye bu taraftan bakınca her şey daha açık görünüyor. Zaten, ustam bana güvenmişti; kalemi eline alıp Zilif’i yazarken onun sırrının farkına varabileceğimi hissediyordu.
Bazen dünyaya tersten bakmak gerekiyor. Bir şeylere sonundan başlamak, yazılanı tersten okumak… Belki bu şekilde yaşamla aramızdaki anlaşmazlıkları bir süreliğine giderebiliriz.

Şimdi daha iyi anlıyorum.