söyleşi: dinçer sezgin

Vedat Kamer tarafından Pa, 17/12/2006 - 17:08 tarihinde gönderildi

Dinçer Sezgin, 1939’da İzmir’de doğdu. Çanakkale Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü-Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Dokuz yıl edebiyat öğretmenliğinden sonra, TRT’de 28 yıl boyunca prodüktörlükten spikerliğe bir çok görev alarak, bin beş yüze yakın program yayınladı. İlk yazısı “Tekerlemeler” Türk Dili dergisinde yayımlandı (1959). O tarihten bugüne, başta Varlık olmak üzere, Türk Dili, Gösteri, Oluşum gibi bir çok edebiyat dergisinde şiir, öykü ve yazılarını yayınladı. Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Milliyet gazetelerinde de yazarlık yaptı. Halen Radikal gazetesinde “İzmir Esintileri” adlı köşenin yazarıdır. Bugüne kadar dört öykü, bir öykü-röportaj, iki çocuk romanı, üç şiir kitabı yayımlamıştır. Yayımlanan yapıtlarıyla bir çok ödülün de sahibidir.

Emrah Altınok: Sizinle önceki görüşmemizde özellikle usta şairlerden birçoğunun edebiyat dergilerini takip etmediklerinden bahsetmiştiniz. Bu konuyu bir kez daha açabilir misiniz?
Dinçer Sezgin: Hemen hemen bütün yazar ve şairlerimiz, ekonomik güçleri elverdikçe edebiyat - sanat dergilerini izlediklerini söylerler, ama benim tanık olduğum bir olay var: Bu dergilerde önce kendi yazılarının olup olmadığına bakarlar, sonra kendilerine yakın buldukları sanatçıların ürünlerini bazen derinlemesine ama çoğunlukla şöyle bir göz atarak okurlar. Aylık bir dergiyi baştan aşağıya ve büyük bir dikkatle izleyen arkadaşa çok az rastladım. Hatta gazetecilik yaptığım dönemlerde gazete muhabirlerinin de kendi gazetelerindeki yazılardan bile haberdar olmadıklarını gördüm. Nedense bu genel ilgisizliği hem gazetelerde hem de kültür-edebiyat-sanat dergilerinde görüyoruz. Bunun temelinde yatan psikolojik bir neden olmalı diye düşünüyorum. Yazarların ve şairlerin birbirlerini eleştirmekten, hatta birbirlerinin yazıları üzerine düşünmekten kaçındıkları geliyor aklıma. Böyle bir temelden hareketle eleştiriye ne denli dayanıksız aydınlar olduğumuzu da hemen gündeme getirebiliriz. Henüz bu konudaki düşüncem tam anlamıyla yok olmuş değil. Elbette böyle davranılmamasını gönül ister. Ne var ki, yaşanılan gerçek budur.
EA: Dikkat ettiğim kadarıyla ‘dergileri takip eden bir edebiyatçı’ olarak, edebiyat dergileri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
DS: Bugün piyasada bulunan edebiyat dergilerini birkaç kategoriye ayırmak mümkün. Bunlardan bir tanesi kadro dergileridir. O dergilerde katılaşmış bir kadro vardır. Kadronun yazdıkları ve yarattıkları ürünlerle dergi doldurulur. İkinci kategoride amatör dergileri görüyorum. Amatör dergiler her ne kadar yeni seslere yer verme iddiası ile ortaya çıkıyorlarsa da onların da belli başlı sorunları vardır. Dergi sahiplerinin/kurucularının katılaşmış, kemikleşmiş kadro dergilerine gönderdikleri ürünlerin kabul edilirliklerinin çok az oluşu ya da hiç olmaması, üretimlerini kesmeyen bu arkadaşları harçlıklarını birleştirmek suretiyle bir dergi çıkarmaya iter. O çıkan dergilerin ömrü birkaç aydır. Mesela Bursa’da yayımlanan “Düşlem” dergisi bunlardan biriydi. İyi bir kadrosu, iyi bir baskısı, temiz bir mizanpajı vardı. Dört arkadaş kendi aylıklarından biriktirdikleri parayla bu dergiyi çıkardıkları için dergiyi ancak on iki sayı çıkarabileceklerine karar verdiler. Daha sonra on iki sayı yayımladılar ve on ikinci sayı sonunda da kapanmaya karar verdiler. İkinci kategori de bunlar… Bir üçüncü kategori daha var. Bunlar da taşra dergileri dediğimiz dergilerdir. O dergiler, taşrada basılırlar ve içeriklerinde profesyonel imzalara da rastlarsınız. Ama kentte basılan kent kültürünün oluşturduğu basımevlerinin izlerini taşıyan görünümleri, o tür dergilerde pek bulamazsınız. Bütün özenlerine rağmen neresinden bakarsanız bakın, o dergiler “ben taşra dergisiyim” der size. Onların da ömrü pek uzun olmaz. Çünkü ulaşım, dağıtım, telif ücreti ve iletişim sorunları gibi birçok soruna sahiptirler. İlk birkaç sayının içeriğinde rastladığımız profesyonel imzaların kimileri orijinal, hiçbir yerde yayımlanmamış yapıtlarını gönderirler. Daha sonra içerikte o yazarların önceden başka dergilerde yayımlanmış olan yazılarından alıntılarla karşılaşmaya başlarız. Türkiye’de ilk derginin çıktığı Tanzimat yıllarından bu yıla kadar 1870’lerdeki Fransız edebiyatının etkisiyle 127 yıl içerisinde yaklaşık 127.000 dergi çıkmış diyebiliriz. İçlerinde en uzun yaşayanı Kızılay ve Yeşilay dergileridir. Kültür, edebiyat ve sanat dergilerinin içerisinde ise en uzun yaşayanı Varlık dergisidir. Sonra da el değiştirmiş bir biçimde süren Türk Dili dergisidir. Yanılgı payım bana ait olsun.
EA: Yanlış hatırlamıyorsam siz de bir dönem dergi çıkarmışsınız. Dergiciliğin güçlüklerinden söz edebilir misiniz?
DS: Bir dönem Ahmet Say ile beraber “Türkiye Yazıları”nı çıkardık. Derginin asıl sorumlusu ve sahibi Ahmet Say idi. Bizler Ahmet’e yardım eden arkadaşlar konumundaydık. Ama dergicilik işlerine ucundan kıyısından bulaştığınız an, o işin içine de girmiş oluyorsunuz. Dergiye gönderilen yazıların ve şiirlerin seçiminden, saptanan ürünlerin dizilmesinden düzeltilmesine, kapağından iç mizanpajın yapılmasına değin, derginin, sanatçıların beyninde doğan ilk halinden başlayarak, okurun eline ulaştığı ana kadar geçirmiş olduğu bütün serüvenleri, o serüvenlerin kendine ait zorluklarını, uzunca yıllar ben Türkiye Yazıları’nda yaşadım. Bir yazı kurulu olsun mu olmasın mı, dergi sahibinin sözü ne kadar geçsin veya geçmesin, derginin politikası ne olsun ne olmasın, hedef kitlesi ne olsun ne olmasına varıncaya kadar, hemen her yazı kurulu toplantısındaki tartışmaları anımsıyorum. Derginin çıkıp elimize geçtiği gün matbaa kokusuyla nasıl mest olduğumuzu anımsıyorum. Ürünü dergiye girmeyen arkadaşlarla yapılan tartışmaları da anımsıyorum. Hepsi de güzel anılardı…
EA: Radikal gazetesindeki köşenizde okura sanat ve edebiyattan politik sorunlara, toplumsal olaylara kadar geniş kapsamlı bir yazı çerçevesi sunuyorsunuz. Peki, bu yazıların oluşum sürecinden de bahseder misiniz?
DS: İki aydır Radikal’de yalnızca cumartesileri yazım çıkıyor. Daha önceleri haftada iki gün, cumartesi ve pazar günleri yayımlanıyordu. Altı yıla yaklaşan bir süredir ‘İzmir Esintileri’ adlı bu köşede yazmayı sürdürüyorum. Köşenin oluşumunda tek etken, Türkiye’de çıkan hiçbir profesyonel ya da amatör anlamda gazetede, ‘özellikle İzmir’e ayrılmış bir köşe’ olmamasıydı. Bana bu iş önerildiği zaman, daha ağırlıklı olarak kültür-sanat-edebiyat etkinlikleriyle ilgili esintilerden söz etmem istendi. Politika içerisinde daima sanat vardır. Mademki sanat daima politika içerisindedir, işin politika yönüne de değinmem gerekir diye düşünüyorum. Kültür sanat olayları neler olabilir: tiyatrolar, galeriler, imza günleri, söyleşiler, paneller, açık oturumlar, tartışmalar vb. Ancak ben, yazılarımı kurarken hem söz edeceğim konunun sanatsal yanını öne almak, hem de bunun arkasında dönen bir dümen olup olmadığını saptamak istiyorum. Eğer böyle bir koku alacak olursam, onu da yazmakta olduğum kültür sanat yazısının bir köşesine koymadan edemiyorum. Son zamanlarda işin politikasına fazlaca girer oldum. Çünkü Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım” diye bir sözü vardı yanılmıyorsam. Ben de sanki yazmasam deli olacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Bir “İzmir Esintisi” yazısını yazabilmek için mutlaka hazırlık yapmam gerekiyor. Diyelim bir kitaptan, bir resim sergisinden ve bir tiyatrodan söz edeceğim. O sergiyi görmeden, ressamla ve o kitabın yazarıyla konuşmadan, o tiyatronun oyuncularıyla, yönetmeniyle tartışmadan hiçbir biçimde oturup onlarla ilgili yazı yazmayı beceremiyorum. Mutlaka gidiyorum, görüyorum ve konuşuyorum. Benim görüşlerimi onlara aktarıyorum, onların görüşlerini alıyorum. Sözün özü bir yazı için en az üç gün hazırlanmam gerekiyor. Elbette ki bu hazırlığın bana katkıları da fazlasıyla oluyor. Sergiyi görmek, ressamla konuşmak, bir oyuna gitmek, oyuncularla yönetmenle konuşmak, tartışmak insanı çok zenginleştiren olaylar. Ama o üç günlük sürenin sonunda da oturuyorum, almış olduğum notlarla izlenimlerimi kısa bir sürede yazıya geçirebiliyorum. Yazmış olduğum yazının artısını ve eksisini bilerek bu işi yaptığımdan kendime de güveniyorum. Bu üç günlük hazırlık süresini yaşamadan da yazımı yazmayı gerçekleştirebilirim. Ama öyle yaparsam kendime, kalemime ve okuyucularıma karşı saygım kalmaz.
EA: Biraz şiirden bahsedelim isterseniz. Sizce şiir genç midir?
DS: Ben şiirin yaşlandığına pek inanmıyorum. Her dönemde taze kalabilen şiirler vardır. Biz bunlara “evrensel şiirler” diyoruz. Nasıl evrenselliğin süresi yoksa ve her zamanı kapsayan bir yaşama parçası ise, bazı şiirler için de bunu söylemek elbette ki mümkündür. Ama bazı şiirler de var ki, onlar üzerinden zaman geçince eskiyorlar gibime geliyor. Özellikle sloganvari şiirler ve politik yanları ağır basan şiirler, o politikanın geçersiz olduğu dönemlerde artık şiirsel bir güzelliği taşımasalar bile ilk yazıldıkları dönemdeki etkilerini koruyamıyorlar. Bugünün okurunu, özellikle genç okur kesimini, o zamanların şiirleri artık heyecanlandırmıyor. Örneğin 1964’ten 1970’e kadar olan şiirleri biliyorum. Heyecandan yerimizde duramadığımız, sol kollarımızı havaya kaldırıp sloganlar attığımız günlerin şiirlerini, şairlerini bilirim. Bugün o şiirleri okuduğum zaman artık aynı heyecanı yaşayamıyorum. Hele hele o zamanları yaşamamış olan gençlere, bu tür şiirlerin çok şey verebileceğini pek düşünmüyorum. Ama Attilâ İlhan’ın “Piya”sının hiçbir dönem eskimeyeceğini biliyorum. Sevgi ile ilgili yazılmış bir şiir hiçbir zaman eskimeyecektir. Aragon’un “Elsa’nın Gözleri” yarına kalacaktır. Melih Cevdet Anday’ın “Rosenberg”ler için yazdığı şiiri yarınlara kalacaktır. Bir Orhan Veli’nin dili eskimiş gibi gözükse de bazı şiirleri yarınlara kalacaktır. Bunlara benzer yüzlerce şiirden söz edilebilir. Örneğin, “Anabelle” şiiri geldi aklıma. Bugün o şiiri bilmeyen şair yoktur. Hele ki bizim kuşağımızda o şiiri ezberlememiş olan yoktu. Şimdi bir bakıyorum da eskimemiş şiirler olarak aklıma hep sevgi şiirleri geliyor. Sevgiyi başa oturtmuş, sevgiyi duyumsatan şiirler eskimiyor. Aynı şey öykü ve romanlar için de söylenebilir. Politika hep vardır ama bazı politikalar eskir. Eskiyen bir politikanın sloganı olan şiir de zaman içinde eskiyecektir.
EA: Bu anlamda genç şair tanımlaması yalnızca yaşa bağımlı olarak kullanılıyor…
DS: Evet doğrudur. Bana göre yanlış kullanılıyor tabii. Bir şair yetmiş yaşında da on sekiz yaşın duyumsamalarıyla dizelerini kullanabilir, sevgiyi yorumlayabilir ve insanın içinde bir değişiklik yaratabilir. İnsanın içinde değişiklik yaratabilmek olayı… yani bir şiiri okumadan önceki Ahmet ile o şiiri okuduktan sonraki Ahmet arasında bir fark yaratabilme durumu, bana göre hiçbir zaman o şiiri yazan kişinin yaşıyla orantılı değildir. Bu bir ustalaşma işidir. Bu ustalığı kimileri otuz yılda tamamlar, kimileri otuz ayda tamamlar, kimileri de tamamlayamaz. O bakımdan nasıl şiirin yaşı olmazsa, ben şairin de yaşı olmaz diye bakıyorum. Ama koşulum var tabii. Gereken olgunluğu elde etmiş şairler için bunu söylüyorum. Hâlâ yetmiş yaşında olup da amatör kalan, manzumeler yazan, güvercinlerin çektiği manileri yazan şairler de vardır. Oysa on dokuz, yirmi yaşında olup altmış tane yaşlı şaire taş çıkartacak olgunlukta, içi sağlam, dili sağlam şiirler yazan gençler de vardır. Ama şu da söyleniyor tabii, yetmiş yaşında duyulan bir aşkla yirmi yaşında duyulan bir aşk arasında ve bu şiirlerin sahiplerinin yazdığı şiirler arasında bir farklılık yok mudur? Elbette vardır. Zaten şairlerin eskimemesinin bir sebebi de bana kalırsa, o yirmi yaşındaki genç gibi duyumsayabilmeleri ve onu on sekiz yaşındaki bir kişiye, on sekiz yaşında biri yazmış gibi okutabilmelerindedir. Eğer okutabiliyorsa, “bizim zamanımızda” lafını pek kullanmıyorsa ve eski sevdalar ile yeni sevdalar arasında çok büyük farklar görüp, kendi zamanının sevdalarını bugünkü sevdalardan hep üstte görmeye kalkışmıyorsa, sevginin de eskimeyeceğine inanıyorsa ve öyle şiir yazıyorsa, o zaman onun yazdığı şiir ve o şair eskimemiştir.
EA: Louis Aragon, “Her imge bir tufan yaratmalıdır” diyor. Sizce böylesi bir şiir de o tufanın sancısıyla mı yazılıyor?
DS: Ben şiirin anlatmadığına ve anlatmaması gerektiğine inananlardan biriyim. Şiir bana göre duyumsatan bir olaydır. Anlatan bir şey değildir. Çünkü bu noktada anlatıyı, “düzyazıyla anlatı” ve “şiirle anlatı” olarak ikiye ayırmamız gerekirdi. Anlatıda bir düzlük söz konusudur. Oysaki bir şiir, düzyazı gibi yazılmış olsa bile, içinde tufanlar yaratan imgeleri yoksa, o zaman o, şiir değildir. Evet, ben şiirin, insanın içinde Aragon’un söylediği gibi tufanlar yaratan bazı şeylerden ortaya çıktığına inanıyorum. Çünkü tufanın normal insan yaşamında bile çok büyük değişiklikleri vardır. Yani İzmir’in bundan iki, üç ay önce yaşadığı sel tufanı başlamadan bir dakika önceki İzmir başkaydı, o tufandan bir dakika sonraki İzmir başkaydı. İşte şiirdeki tufan da o sel gibi bir şeydir. Bir akmaya başladığı zaman her şeyin yerini değiştirir. Sözcüklerin yerini değiştirir, gözlerinizin, kulaklarınızın yerini değiştirir. Teninizde haz duyduğunuz yerleri bile değiştirir. O tufan böyle bir tufandır işte. Daha önce şu eli ben tutarım bir şey olmaz da, o tufana yakalanmış biri tuttuğunda çok başka bir anlam ifade eder. Eğer o tufanı yaşamamışsanız herhangi bir göz daima size aynı şeyleri duyumsatır, ama tufanı geçirmeye başladığınız andan itibaren sizi sürükleyip götürdüğü ve bırakacağı yere kadar artık gözleriniz, o gözlere başka türlü bakar. Şiirin tufandan doğması öyle zannediyorum bir şiir tufanından doğması olayıdır. Yoksa bir doğa olayı değil gibime geliyor(!)
EA: Bir dönem Edip Cansever ile Cemal Süreya arasında gerginlik yaratan bir “kısa şiir tartışması” olmuş. Sizin kitaplarınızda istisnalar olsa da kısa şiirler daha belirgin durumda. Şair için böyle bir tercih söz konusu olamayacağına göre, buna sebep aramak da anlamsız mı?
DS: Bunu ben bir kabul ediş biçimi olarak algılıyorum. Ama temelde yatan başka bir düşüncem var. Şiir uzamaya başladığı zaman işin içine hikâye girecek gibi bir korku taşıyorum. Çünkü küçücük bir kapsülün içerisine siz, patladığı zaman on binlerce insanı öldürebilecek bir şeyler sıkıştırıyorsunuz. Kapsülün boyu büyüdüğü zaman ölenlerin sayısı azalıyor. Çünkü kapsülün içindeki doku, ipeksi bir doku olmaktan çıktığı gibi, etamine benzer başka bir dokuya dönüşüyor. Bu benim öznel düşüncem, ama şöyle düşünüyorum da Nâzım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” dahil bugüne değin, çok uzun yazılmış şiirlerle kısa yazılmış şiirler arasındaki vuruculuk bakımından etkinin kısa şiirlerden yana olduğunu görüyorum. Bir de bir laf daha vardır: “Çok para haramsız, çok söz yalansız olmaz” diye… Ama bir gün karşıma yüz sayfalık iyi bir şiir çıkarsa ben de bu sözümü geri alırım.
EA: Biraz da yeni şiir kitabınız “Nar Fidem”den bahsedelim isterseniz. Kitabınızda söküklerinizden söz etmişsiniz. Söküklerinizi nasıl onarıyorsunuz?
DS: Her insanın yaşamında büyük küçük sökükler olduğuna inanıyorum ve bu söküklerle ben bir şeyi duyumsatmak istedim: eksiklerimi… Her insan bu eksiklerini gidermek ister. Ama bu onarma istemini de iğneyle iplikle değil, daha çok para kazanmak suretiyle değil, daha çok güzel şey üretebilmeye çalışmakla gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bu bazen gül kokusu oluyor, bazen yağmur sesi oluyor, bazen bir uçurtma hışırtısı oluyor, bazen tepe taklak düşen bir uçurtmanın düşerken yaşadığı hüzün oluyor, bazen bir ayrılık, bazen bir kavuşma oluyor, bazen bir sevgiliye ulaşmak oluyor, bazen de bir özlemin gerçekleşmesi oluyor. İşte o anlarda ben söküklerimi dikmeye başladığımı hissediyorum. Söküklerimi diktiğim zaman daha çok bir tamamlanmışlık duygusu yaşıyorum. Sanki sökülmüş olan yerlerimden dışarı taşıyorum ve o sökülen yerlerimi şu nitelemeye çalıştığım şeylerle düzeltmeye başladım mı, birdenbire tamamlanıyormuşum ve yeniden söküksüz halime dönüyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum.
EA: Yazdıklarınızda hüzün ve umut, başlangıçlar ve bitişler bir arada sanki… Bunu neye bağlıyorsunuz? Yoksa bu benim yanılsamam mı?
DS: Bu soru bana çok sorulan bir soru. Özellikle benim şiirimde sizin de bulduğunuz gibi hüzün çok yakalanır. Yalnızlık da çok yakalanır. Doğrudur, bu iki temayı yakalayan kişiler doğru şeyleri yakalamaktadırlar. Ama ben yalnızca sanatın değil, insanın bile hüzünden, yalnızlıktan ve acıdan meydana geldiğine inanıyorum. Neşe insan yaratmaz. Açlıklar, hüzünler ve yalnızlıklar yeni durumlar yaratır. Yaratılan bu yeni durumların içerisinde gülmece de vardır, tek başına olmanın dışında kalabalık olma durumu da vardır. Açlığın dışında tok olmayanlar da vardır. Ama şöyle bir düşünün: Bugüne değin yalnızca bizim ülkemizde değil, yeryüzünde üretilmiş beş bine yakın fıkra olduğu söyleniyor. Kimisi kara güldürünün fıkralarıdır, kimisi de ak güldürünün(!) Ama ben içerisinde hüzün ve yalnızlık olmayan henüz hiçbir fıkraya rastlamış değilim. Şu yaşa gelinceye kadar hiç değilse iki bine yakın fıkra duymuş ya da anlatmışımdır. Hiçbirisinde yalnızca gülmecenin var olduğu bir yan karşıma çıkmamıştır. Geçenlerde benden Nasreddin Hoca Operası’nı sahneye koyarlarken bir yazı istediler. Ben orada da yazıma “gülmecenin hüznü”ne dair bir başlık koydum. Çünkü ben kendimizden geçercesine, gözümüzden yaş gelircesine güldüğümüz anlarda bile hüznün gizli olduğuna inanan biriyim. Çünkü o hüzün yoksa, gülmecenin var olabileceğine inanmıyorum. Onun için benim şiirlerimde de hep hüzün vardır. Hüznün var olmadığı bir şiir düşünemiyorum. Yalnızlık olmasaydı insanların şair olabileceklerine de inanmıyorum. Üretkenlik bence hüzünde, yalnızlıkta ve acıdadır.
EA: Belki de buna bağlı olarak şiirinizde aşka ağan, “hüzünle harmanlanmış bir lirik kimliği” büyütüyor ve onu eğitiyorsunuz…
DS: Doğrudur. Yine bir önceki soruya döneceğim. Aşksız bir şiir olabileceğine de inanmıyorum. İster kavga şiiri yazın, ister slogan şiiri içerisinde ya umut vardır ya da umutsuzluk. Yani içerisinde bizi hüzne götüren bir yan mutlaka vardır. O nedenle de benim şiirlerimde bunlar hep ön planda yer tutar. Ne var ki az önce de söyleyecektim unuttum: Benim şiirimde hüzün, acı ve yalnızlığın yanında umut da vardır. Benim şiirim umutsuz bir şiir değildir. Umutsuzlukla biten ve tümüyle karamsarlıktan yana olan, içerisinde barış, sevgi ve umut olmayan şiir yazmamaya çalışıyorum. Sevgi acı verir ama tatlıdır. Ben bu gizli umutlu yanı şiirlerime saklamaya çalışıyorum. Açık açık söylemem belki ama birazcık dizeler ve sözcüklerin derinliğine inildiğinde bunu yakalayabilir insan. Başarabildiysem ne mutlu bana…
EA: “Nar Fidem”de babanız birçok şiirde imgelem olarak yer almış; hatta altıncı bölüm babanıza adanmış. Şiirinizin sesi bize “bir yaz sonu türküsü” söylese de birkaç cümle ile küçük bir anınızı paylaşmanızı istesem, çok mu ileri gitmiş olurum?
DS: Babamla ilgili bir anı değil mi? Anlatmaktan daima onur duyduğum küçücük bir anımı nakledeyim: Babam çok sert bir insandı ve biz yoksul bir aileydik. Çok dayağını yedim babamın. Babam kundura eskicisiydi. Kunduracı bile değildi. Yani yeni kunduralar üretmiyor, kundura tamir ediyordu. Biz o yoksul günlerimizde kâğıttan toplar yapardık. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Gazete bile bulamazdık. O gazeteleri çöplükten toplar, üzerlerini iplerle sarar, onlarla futbol oynardık. Mahallemizin varsıl çocuklarının elinde irice lastik toplar olurdu ve onlar sokağa çıktıkları zaman kuracakları takıma hangimizi alacaklar diye büyük bir özlemle yüzlerine bakardık. Hoşlarına gidebilmek için akla gelmedik şaklabanlıklar yapardık. Onlar kendilerine pas verecek, gol attıracakları seçerlerdi. Bizler de kenarda birisi sakatlanacak da oyuna gireceğiz diye beklerdik. Günlerden bir gün, nasıl olduğunu anımsayamıyorum, bana da bir lastik top alındı. Toplar da o zaman öyle güzel şeylerdi ki, yere vurulduklarında “çın, çın, çın” diye ses çıkarıyorlardı. Bu ses insanda inanılmaz bir özenti yaratırdı. Kucağımda topla çıktığım zaman, o varsıl çocuklara gösterilen ilgi birdenbire bana döndü. İşte o zaman onların neden kendilerine gol attıracak insanları seçtiklerinin farkına vardım. Varsıl olmak aynı zamanda bencil olmak demekti. Topun alınışının ikinci günü babam: “Nerde topun?” dedi. “İçeride” dedim. “Git getir” dedi. Gittim topu getirdim. Aldı, yanına koydu, “Bundan sonra top yok sana” dedi. Öyle deyince kaynar sular döküldü başımdan. “Neden yok?” deyince, “Sen bunu şimdi iyi kullanamazsın, diken batırırsın, çiviye sokarsın, patlatırsın” dedi. “Peki ne zaman oynayacağım ben? Niye alındı bu top?” diye sorduğumda: “Konuşma, git yerine!” dedi bana. Konuşmak mümkün değil tabii. Konuşursam dayağı yiyeceğim biliyorum. Gittim içeride odamda ağladım, ağladım… Ağlarken uyumuşum. Ama babamla küsüştük. O yemek yerken ben sofraya oturmuyorum, evdeyken odadan dışarı çıkmıyorum. Küsüz. Aynı evin içinde küsüz. İki ay sonrasıydı herhalde, babama sefer tasıyla yemek götürdüm dükkâna. Çok sıcak bir ağustos günüydü, şakır şakır da terlemiştim. Yüzüme baktı, “Çok mu yoruldun?” dedi. “Çok sıcak” dedim. “Otur şöyle bakayım” dedi. Karşısına oturtturdu beni, sefer tasını açtı. “Hadi gel beraber yiyelim” dedi. “Yemeyeceğim ben” dedim. “Hâlâ küslüğümüz geçmedi mi?” dedi. Ben de yüzüne bakıp hiç cevap vermedim. “Dur bakalım şimdi geçecek mi küslüğümüz?” dedi. Tezgâhın altına doğru eğilip bir şey aldı, ama ben göremiyordum. “Bunu beğenecek misin bakalım?” dedi ve bir top çıkardı. Babam ömründe futbol topu görmemişti. Gazetedeki futbol topu resimlerine bakıp futbol topu kesmiş birinden. Onu karşısına koymuş ve futbol topunun derilerinin dikişlerine kadar benzer dikişlerle topuma deri kılıf dikmiş. Renk renk deriden oluşan ve yalnızca şişme yeri açıkta kalan bir top. “Al bakalım!” dedi. İşte o zaman o babanın hiç unutulmayacak bir baba olduğunun farkına vardım.
EA: Böyle duygu yüklü gerçek bir öykünün üstüne konuyu değiştirmek benim için güç olacak. Tekrar şiire dönmek istiyorum. Sizce günümüz şiirinde eleştiri - eleştirmen eksikliği var mı?
DS: Nurullah Ataç dönemini düşünecek olursanız vardır. Ama bugün yine şiir eleştirileri yapan ve benim de beğendiğim eleştirmen arkadaşlarım da var. Eleştirmen yalnızca eleştiren insan değildir. Sanatçıyı aynı zamanda yetiştiren insandır. Bu açıdan baktığımız zaman bugün böyle bir eleştirmenimizin varlığından söz etmek herhalde olası değil. Ama böyle bir eleştirmene giderek yaklaştığımızı ve o eleştirmenin bir gün zuhur edeceğini zannediyorum.
EA: Bu soru hep sorulur. Zor bir soru olduğunu da biliyorum, ancak okuyucular ustaların bu konu hakkındaki görüşlerini merak ediyor olmalılar. Sizce dünden bugüne Türk edebiyatında ne kazanıldı ve ne kaybedildi?
DS: Şurası bir gerçek: Dünden bugüne Türk edebiyatı çok olumlu bir yol aldı, buna inanıyorum. Yani altı yüz yıllık Divan Edebiyatı dahil, Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünun, Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve ondan sonra gelen bütün edebi cereyanlar, Birinci Yeniler, İkinci Yeniler ve günümüz edebiyatı… Divan Edebiyatı’nın 1839’da bittiğini düşünürsek, yedi yüz altmış yıllık bir Türk edebiyatından söz ediyorum. Türk edebiyatı’nın bugününü altı yüz yıl öncesinin edebiyatı ile karşılaştırma olanağı bulduğumda, bugünün edebiyatının geçmişin edebiyatına göre daha zengin ve insana yakın olduğu fikrindeyim. Türlerin kendi içsel gelişimleri açısından çok daha ileride olduğuna, dünya edebiyatını daha yakından tanıyabilmenin kazandırdığı birçok şeyin varlığına inanıyorum. Edebi akımlarının bizde etkisinin görülmesiyle birlikte bir çoğalmanın var olduğu kesin. Dili kullanma, insana bakış ve değerlendirme açısından birçok olumlu yönde değişikliklerin olduğunu düşünüyorum. Ama bugünün dünya edebiyatı ile Türk edebiyatını karşılaştırmak söz konusu olunca, durum değişiyormuş gibime geliyor. Biz henüz dünya şiirini birkaç örneğin dışında yakalayabilmiş değiliz. Hele dünya romancılığı konusunda bir iki isim haricinde Türk romancılığının epeyce geride kalmış olduğu kanısındayım. Talât Sait Halman bundan bir süre önce yazdığı bir yazıda dünyanın neresine giderseniz gidin “Türk edebiyatı” denilince akla üç isim geldiğinden bahsetmiş: birincisi Nâzım Hikmet, ikincisi Nasrettin Hoca, üçüncüsü de Aziz Nesin… Eğer koca bir Türk Edebiyatı içerisinde hâlâ dünya edebiyatında bir Nâzım, Aziz Nesin ve Nasrettin Hoca ile anılıyorsak yerimizi belirleme açısından bu üç ismin bizlere çok şey anlatıyor olması gerekir. Ayrıca benim öznel kanaatim: Ben bugün Türk öykücülüğünün dünya öykücülüğü içerisinde önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Bizim öykücülerimizin çok ünlü olan öteki ülke öykücülerinden geride olmadığını düşünüyorum.
EA: Edebiyatımıza onlarca yapıtıyla değer katan Necati Cumalı’nın sizin için ayrı bir yeri olmalı. Yazılarınızda adı sıkça geçiyor. Bir anınızı daha paylaşmanız bizleri mutlu edecek.
DS: Necati Ağabey ile tanışmamız edebiyat heveslisi olduğum günlere gider. Henüz yaşım on dokuz, yirmi iken, yanılmıyorsam, Necati Ağabey kalkışmıyorsa; Varlık’tan öykü ödülü kazanmıştı. Yıl da 1956-57 olsa gerek. Biz iki edebiyat heveslisi kitap çıkarma kaygısına düştük. O zaman Necati Ağabeyden bize yardım etmesini istemiştik. Çünkü bizim kitap çıkarmayla ilgili hiç deneyimimiz yoktu. O bize bir akıl verdi: “Çocuklar,” dedi, “şimdilik kitap çıkarmayı bir yana bırakın, kitaba vereceğiniz parayla Türkiye’yi dolaşın. Türk insanını hatta ‘insan’ı tanımaya çalışın, insanların hangi dilde konuştuklarını öğrenmeye çalışın. Ondan sonra kitap kendiliğinden gelir bir gün. O büyük bir sorun değil, kitap yayımlanır” dedi. O zaman biz Necati Cumalı’ya çok kızmıştık. Bizi kendine rakip görüyor, bizim kitap bastırmamızı istemiyor demiştik. Çünkü her ikimizin de o sıralarda birçok dergide yazımız, şiirimiz yayımlanmıştı. Kendimizi de o nedenle edebiyat heveslisi gibi görmüyorduk. Biz basbayağı koskocaman edebiyatçılardık. Yolda giderken bile bizi tanımayışlarına şaşırıyorduk. Sonraları, Necati Ağabey ile arkadaşlığımız oldu. Oturup briç, tavla oynadığımız günler oldu. Kendisine bu olayı anlatınca, “Ulan, bugün gelseniz gene aynı şeyi söylerdim size” derdi. Necati Ağabeyle imza günlerinde, kamplarda birlikte olduk, birlikte sarhoş olduk. Bunlar benim için büyük bir onurdu. Necati Cumalı benim için ne kadar güzel öyküleri ve romanları olursa olsun, hep bir şairdir; şair olarak ağabeyimdir, ustamdır.
EA: Son olarak yeni bir kitap hazırlığı var mı? Bir anı kitabı mesela?
DS: Bir anı kitabı var. Bu anı kitabı edebiyat dünyasıyla ve TRT ile ilgili anılardan oluşacak. Bir de sizlere anlattığım babamla olan anımdan doğan “Lastik Top” adlı bir öykü kitabı hazırlığı içindeyim. İki çocuk romanı daha var. Önceden yazdığım “Çılgın Geliyor” adlı çocuk öyküsünün devamı olacak bir dizi öykü kitabı projem var. Bir şiir kitabı hazırlık bekliyor, bir de o var. Bir şeyler çıkıyor işte! Elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Tabii bu arada gazete ve dergilerde de yazıyorum. Bir de “Seslerinden Tanıdıklarımız” adlı ilginç bir kitabım var. Düşünsenize yıllarca tiyatro camiasında, sinemalarda seslendirme görevleriyle yer edinmiş önemli isimleri görünce tanımıyoruz da, seslerini duyunca “Aaa, bu da şu filmdeki komiser filanca değil miydi?” diyoruz. Bakalım, bu kitabın sevileceğini umuyorum.
EA: Bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. İyi günler.