soruşturma

Vedat Kamer tarafından Ct, 10/02/2007 - 00:36 tarihinde gönderildi

Günümüzün kaotik yaşam koşulları içerisinde bir «zorlanan insan» portresinin oluştuğunu fark ediyoruz. Bu durumun türevi olarak sanat ve edebiyat çevrelerinde de hem maddi, hem de ruhsal açıdan «zorlanan sanatçı» portresinin oluştuğunu, bir çeşit tıkanma, buhran ya da geçiş döneminin içerisinde olduğumuzu hissediyoruz. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Bülent Elitok:

Yaşamsal zorunluluklar ve kurulan ilişkiler ağı kanla dokular gibidirler, sürekli bir şey verip alırlar. Bu onların yaşama biçimidir.
Bu genel kabule bağlı olarak, zorlanan insan kavramına değinip, zorlanan
sanat ve sanatçıya geçiş yapmaya çalışacağım.
Yaşadığımız toplumu tanımak bir anlamda bunlara yanıt vermemizi sağlar. Zorlanan İnsan. İnsan uzun var olma savaşına bugün de devam ediyor. Belki kullandığı araçlar bugün, bugüne kadarkilerden fazladır, ama yaşamsal mücadele verme açısından eski çağlardan hiç de geri kalır yanı yok. İşte adı geçen kaos budur. Kaos, belirsizlik demektir. Yani enikonu kendisini bekleyen tehlikeleri görememek ve tehlikede olduğunu hissetmek.
Şöyle bir somutlama yaparsak, A fabrikasında çalışan ve yaklaşık 225 milyon ücret alan yurttaş K nasıl kaos içinde olmaz, çocukları için kaygı duymaz? Geleceği onu nasıl karamsarlığa itmez? Bu agnostik durumda bulunan yurttaş kişisel kurtuluşun her çeşidini denemeye hazırdır.
Öte yandan bireysel yaşamın bohemyası, kişiler üzerinde başka bir etki yaratır, ki bu da tüccarlıktır. Her ne iş olursa olsun, ticari bakmaya başladığınızda, bir zorlamanın içindesinizdir artık. Olaylara meta gözüyle bakmaya başlayacaksınız. Bir resmi güzelliği ve başarısı ile değil de size sağlayacağı fayda ile değerlendireceksiniz. Ya da bir filme, bir romana, hep böyle bakacaksınız. Meta, meta…vs. Bu yaratma yeteneğini yok edici bohem yaşama arzusudur ki bizi bu kaosa sürükler. (Zenginlik olmalı, yanlış anlaşılmayayım, ama eşit dağılmalı; bu ön şarta göre yeryüzünün zenginliklerle dolmasını en çok isteyen insanlardan birisiyim.)
Özetlersek, yaşamsal etkinlikler her alanda eşit etki yapar, kanımca daha aydın, daha radikal bakanlar bundan az etkilenenlerdir. Bunların sayısı azaldıkça, kaos yükselir, toplum her noktasında erozyona uğrar ve kaos yaşanır. Bugün yaşananlar da çok kısa özetle kanımca böyle.

Halim Şafak:

sözünü ettiğiniz olgu doğrudan insana ilişkindir. insanın günümüzde içine düştüğü durumu imlemektedir. ama şiir yazan açısından düşünürsek ancak kendine ve hayata uzaklığını anlamamız gerekir. belki de genel olarak şiir yazanın hayatı, hayata ilişkin yazabileceği hiçbir şey yok. buysa tamamıyla günümüz dünyasına ilişkin bir durumdur. geçmişe yönelme eğilimi içinde olanın bugüne ilişkin ifade edebileceği hiçbir şey yoktur. benzer durum gelecek tasarımlarının peşinde koşanlar için de söz konusu edilebilir. şuraya gelmeye çalışıyorum; şiir yazan bugünle ilişkisini büyük ölçüde kopardı. o kopuşla birlikte illüzyona dayalı ve kurgusal bir dünya oluşturdu. burada hayata ve dünyaya ilişkin geçmiş dışında bir şey oluşturamadı. söz konusu durum şiir yazan için yalnızca bir boşluk, kendini atmayı cesaret edemeyeceği bir uçurumdur. bu bağlamda hem gelecek tasarımları hem de verili şiir pratikleri hiçbir şeyi ifade etmiş olmuyor. öyleyse şiir yazanın bugün kadar kendinin yıkımına ihtiyacı var. yadsımalı ve reddetmeli. bu yeni pratik doğrudan şiirin kendisine de yönelmek zorundadır. tam da burada şiir akımlarının yerini şiirsellerin almış olması şiir yazanın önünde müthiş bir imkândır. çünkü egemenlikçi şiir pratiklerinin dışında gelişen şiirseller öncesinde sonrasında eşitsizlik ilişkilerini ve iktidarını reddeder. şiir yazanın zorluğu da buradadır. yol ayrımı! «zorlanma», «tıkanma» ya da «buhran» eninde sonunda kaotik bir durumdur. şiirin ihtiyaç kabul ettiğidir. o zaman şiir yazan geçmiş ve geleceğe yönelik tasarımları reddedip bugüne yönelmelidir. acıyla ve çığlık atarak bugünün şiirini oluşturmalıdır. bu bir bakıma kendi hayatını oluşturmak olarak da anlaşılabilir. o zaman ne duruyoruz: acıysa acı! çarpışmaysa çarpışma!

İsmail Zeki Erdoğan:

Yaşamdaki en büyük şanssızlık, edebiyat ve sanat üzre doğmuş olmaktır. Sizin seçiminiz değilse de içinizdeki yangın, sizi sanat ve edebiyat denizine doğru koşturarak yaşam tarzınız haline getirdiği için, bu, sizin seçiminiz olur. Ve bu dünyanın estetik tarihinde ölmeden önce «zorlanan sanatçı» portresinden çıkıp da rahat yaşayan «mutlu sanatçı» yoktur. İstisnai bazı «kurt sanatçı» dostları bu cümleden uzak tutuyorum.
Ruhsal açıdan, «beden için sağlıklı olan tek şey mutluluktur, ama zihni güçlendirip geliştiren kederdir» diyen, ve, «fikirler, kederlerin yerini tutar; keder fikre dönüşürken, kalbimize zarar verme gücünü bir ölçüde kaybeder ve hatta ilk anda, dönüşümün kendisi ani bir sevinç yaratır» diyerek de sanatın kederle bağlantılı olduğunu belirten Marcel Proust’a katılmak ve ruh buhranlarını böylece açıklamak istedim.

Kemal Gündüzalp / BİR YERYÜZÜLÜ OLARAK İNSAN VE SANATÇI:

Günümüzde düşünen, yaşanan olaylara eleştirel ve sorgulayıcı bir biçimde bakan belli düzeylerde aydın ve elbette sorumlu sayılabilecek insanlar dışında, ötekiler için yaşamın çok da karmaşık olduğunu sanmıyorum. Sıradan insan için yaşam tekdüzedir. Bu anlamda, yalnızca ekonomik koşulların bir sonucu olarak sıkıştırılmıştır. Vazgeçtik sınıf bilincinden, kendisi bile olamayan, özne ve eyleyen olamayan insanlar, zorlansalar da onlar için kafa karışıklığı söz konusu değildir. Yalnızca zorlanan değil, bir aykırıkanı (paradoks) olsa bile insan tüketilmiştir!
Türkiye insanı zaten bir geçiş toplumu özelliği gösterir. 80 yıldır, hatta 1908’den beri de başlatılabilir bu başlangıç, bir ‹demokrasi› sorununu aşamadığı gibi, peş peşe gelen darbelerle dumura uğratıldı, yorgun düşürüldü. Sonuçta bir yenilmişler ordusu, belki kötü bir benzetme ama gerçekten de bir «yitik kuşak(lar)» gerçeği vardır.
Sanat ve yazın çevrelerinde ise her zaman bir erk olmuştur. Bir zamanlar «toplumcu-gerçekçi» olan bu erk, son çeyrek yüzyıldır adım adım, dünya ve ülkenin özgül koşulları sonucunda anamalcı dizgeye uygun olarak, gerçekten ‹palazlanan› burjuvazinin yedeğinde artık bir burjuva sanat erki egemen olmuştur. Bu erk, özü ve mantığı gereği sanatçıyı köşeye sıkıştırmış, büyük ölçüde kişiliksizleştirmiştir maddi ödünlerle. Hâlâ direnebilenler ise elbette yoksun ve yoksul bırakılmıştır. Sonuçta bir ikilem yaşanmaktadır: Ekonomik ve tinsel düzeyde bu sıkıştırılma çemberi yırtılamadığı için zorlanmaktadır sanatçı. Böylesi bir durumda elbette tıkanır, kuşkusuz bunalıma düşer ve kesinlikle bir çıkmazı yaşar. Çıkış «rağmen» ve bir direniş sanatıyla, bana göre birikimci-toplumcu bir anlayışla vardır ve mümkündür. Ütopyaları tükenen sanatçı sıkışır ve ancak yedek güç olur. Oysa hâlâ gerçekleşebilir bir olasılık olarak öte düşler kurulabilir. Umut da oradadır, çıkışta. Sanatçının artık erkler, sınırlar ve simgelerle belirlenmişliğin ötesinde bir yeryüzülü olarak, insana yakışır bir yeryüzü sanatıyla yolunu bulması ve orta zekâ’ya karşı direnmesi bir düş değildir.

M. Tahir Sakman / kim kimi zorluyor:

günümüzün kaotik yaşam koşulları içerisinde oluşan «zorlanan insan» portresi aslında yeni bir olgu değildir. çünkü, adına «uygarlık seviyesi» dediğimiz, aslında insanı kendi yarattığı korkularına yenik düşüren bu süreç, insanın tarihi kadar eskidir. aslında sorgulanması gereken, belki de insanın ta kendisidir. asıl sorulması gereken, insanın günümüzde ne kadar insan olduğudur. içimizde taşıdığımız ‹öteki-ben’i yani gerçek ‹ben’i dışladıkça bu soruyu sormak kolay olmayacak, yanıtını almamız ise zorların zoru olacaktır.
maddi çıkarlarla etrafımıza ördüğümüz duvarların farkında mısınız? sevdalarımızı bile çıkarlara endeksli hale getirdiğimizi görmüyor musunuz? sevgileri, inançları pazarlarda satılan bir meta haline getirdiğimiz gerçeği, yüreğimizi ne zaman sızlatacak? rüzgârların sesini dinlemek, söyler misin kaç paradır? doğanın nefesini duymak için illa ki maddi olanaklara mı sahip olmamız gerekmektedir? ay ışıklarında serin suların çağrısına yanıt vermek için aslında gerekli olan tek şey, insanın yüreğidir… yüreğimizle, yaşamın bize sunduğu ve yağmur gibi içimizde biriken duygulara esir olmanın, aslında özgürlük olduğunu kendimize ne zaman anlatacağız? anlatmamız için illa ki, adına «hayatın gerçekleri» dedikleri (o kahrolası), ayaklarımıza betonlar döken ve değişemez/değiştirilemez sandığımız kurguların ve köhnemiş/kokuşmuş öğretilerin önünde yenik mi düşmemiz gerekmektedir? yüreğimizle/sevgilerimizle direnmekten başka yol yoktur.
aslında, zorlanan kesinlikle insan değildir. zorlanan, içindeki ‹öteki-ben’le olan köprüleri yıkmış zavallı bir yaratıktır. içimizdeki ‹öteki-ben’i dinlediğimiz zaman gerçekten insan olabileceğimiz gerçeğini kabul etmedikçe, bu sorunun doğru yanıtını vermek mümkün değildir.
zorlanan sanatçı portresine gelince, sanatçı her devirde toplumla uyuşmamıştır. ve toplum düzeniyle uyuşmayan sanatçının arayış adına kendisiyle bile çelişkiye düşmesi kaçınılmazdır. toplumsal ilişkilerde zorlanması doğaldır. doğal olmayan; kendisini topluma adapte etmeye kalkmasıdır. sanatçı eserlerinde kendi ‹öteki-ben’i yansıtırken zorlandığı asla kendisi değildir. aslında zorlanan sanatçı değildir. zorlanan olsa olsa, sanatçının zorladıkları ötekilerdir…

M.Met Altun / «ZORLAMA İNSAN», «ZORLANAN SANATÇI»:

Koşullar her ne olursa olsun sanatçı, üreten insan; bir başka ifadeyle, düşlemi imgelem ile buluşturan ve bunu da sanat aracılığı ile üretime dönüştürebilen kişi.
Her şeyden önce sanat «zorlama»yı reddeder. «Zorlama» da sanat değil, propaganda üretir. Buradan bakarsak, zorlamayla insan olmaz. İnsan varsa zorlama olmaz.
Kastettiğiniz şeyin felsefeyle bağını koparmamak gerektiğine inanıyorum. Salt söylemek adına da bir sorunun yanıtlanamayacağına inanıyorum. Dolayısıyla bu ifadeye, «zorluklar içinde insan olmak» ve «her şeye rağmen sanatçı kalmak» biçiminde yaklaşmak istiyorum.
Kültürel çözülmenin hatta çürümenin doruk noktasına kadar yaşandığı bir toplumda, ısrarla küresel entegrasyon yöntemleri ile ve ısrarla tektipleşmeye götürülen dünya insanı, özgün ifadesini ve hatta kendi olma güdüsünü ne yazık ki, koruyamamaktadır. Dolayısıyla her şeye ve her türlü çabaya rağmen, bir işgalin ve bir tür dayatmanın argümanlarına dönüşen, başta medya ve diğer faktörler, kastettiğiniz anlamıyla «insan»a saldırmaktadır. Bütün bu olgusal bütünlüğün farkında olan bireydir işte kastettiğiniz «zorlanan insan» prototipi. Bu farkındalığı savunan ve onu sanata dönüştürenin ise yine sizin ifadenizle «zorlanan sanatçı» olduğunu düşünüyorum.
Yanıtın uzadığının farkındayım ancak, bu soruyu Habermas’a soracak olsaydınız, emin olun iki gün seminer verebilir ve hatta zamanın yetmediğinden yakınabilirdi.
«Her şeye rağmen» diye bir ifade vardır. Bu ifadedir işte farkındalıklarını üretime, üretimini ise bir karşı koyuşa dönüştüren kişinin sığındığı son liman. Sanatçı bu karşı duruşu, duyusallaştırabildiği için sanatçıdır. Ancak, çürümenin karşısına alternatif dokuyla çıkansa, «insan» olan «sanatçı kişi»dir, inancındayım.
Kendi kültürel varlığımız eksenine indirgersek, sözü küçük İskender’in bir röportaja verdiği yanıtlara ek bir ifadeye bırakmak istiyorum:
«Üç tarafı denizlerle kaplı bir ülkede, dördüncü taraf deniz görmüyorsa, ben kahroluyorum.»

Mehmet Koz / ZORLANAN SANATÇI PORTRESİ:

Bu İlk Değil

Günümüz edebiyatçısının 1970’li ve 80’li yıllardaki edebiyatçılarımızın yaşadığı zorlanmadan ister bağımsız, ister bu zorlanmayla bağlantılı düşünelim ama içinde bulunduğumuz şu zamanlar içinde gerçekten de bir «zorlanan sanatçı» durumu içinde olduğunu kabul etmeliyiz. Bu zorlanma hali, sevdiği kadına hislerini açmakta zorlanmaktan doğan üretkenliği artmış, «yazacak şeyi olan» edebiyatçı hali değildir kesinlikle. İlhan Berk’in dediği gibi bir «yazmak denen cehennem» vardır zorluğu yaşanılan fakat günümüz edebiyatçısının yaşadığı zorluk başkadır. Çünkü o cehennem, kalemin peteğidir.

1970’li yıllardaki zorlanan edebiyatçının resmi bir bakıma İkinci Yeni’dir. İkinci Yeni şiir akımının oluşmasına neden olan ortam, düşünce ve baskıların uzantısıyla portrede zorlanan sanatçı oluşmuştur. 80’li yıllarda da siyasi baskı ve yozlaşmalar sanatçıya geçmiş on yılı içindeki durumunu pek değiştirmemiştir. Ama günümüz insanının ve özelinde sanatçısının zorlanma biçimi ve nedenleri daha farklıdır, geçmişte atılan bazı tohumların çatlamasının yanı sıra.

Teknoloji her geçen gün daha fazla gelişirken, gelişme hızı da artmakta. Bu ivmeli artış zaten kaçınılmaz bir değişim ve adaptasyon güçlüğü yaratmasının yanında son yirmi yılın yozlaşma tohumlarının da çatlayıp her yanı yaban otlarının sarması birçok insanı ruhsuz ve tekdüze yaşama iterken, duyarlı/sanatçı insanı da bir tıkanma/buhrana, geçiş dönemine, neticesinde zorlanmaya itelemekte.

«Aşklar Uçup Gitmiş Olmalı Bir Yazla» *

En basit örneğiyle, karasevdaların, hatta sevdaların bile yaşanmaması, günümüzde yazılan aşk şiirleri diye nitelendireceğimiz şiirleri önümüzde tıkanmış olarak bulmamıza neden oluyor. Toplum ve çevrenin olası tepkilerinden çekinerek hislerimizi açamadığımız aşklar kaldı mı? Kalmadığı için Cahit Sıtkı’nın şiirleri, Ziya Osman Saba’nın öyküleri artık yazılmıyor. O yazılanlardaki tema şimdiki aşk şiirlerinin üslubuna takılıp kalıyor. Karşılıksız aşkların ya da vuslatın «tarihte kalması», tek gecelik flörtlerin modası sanatçının içindeki kalemin ucunu kırıyor. Aynı çıkmaz sokak, genel insan ilişkilerinde de iletişim teknolojisi cep telefonlarının, internetin ortaya çıkmasıyla; iletişimin sıfıra inmesiyle doğuyor. Ortada bir engel ya da çaresizlik yok ki, sanatçı ne üretebilsin, raylar üzerinde insan dediğimiz mekanik sistemler oluşmuş ve sinyallerle haberleşiyorken? Son on yılın şiirlerinin yayımlandığı antoloji ve diğer yayınlara bakarsak; o şiirler içinde ne çok «kent» kelimesi kullanılmaktadır. Bu da sanatçının zorlandığı yerin adresi değil midir?

«Tutunamayanlar»

Yaklaşık altmış yıl evvel bir köy edebiyatı, köy romancılığı vardı. Köy okuluna atanan çağdaş öğretmen ve ona zorluklar çıkaran toprak ağası, köyün imamı yazılırdı. Veya köy sınırları içinde yaşanan aşklar, karasevdalar. 1950’lerde sanırım ilk olarak Attilâ İlhan’ın kalemiyle kent şiirleri yazılmaya başlandı. Çünkü artık kent gerçeği vardı. Oğuz Atay, Tutunamayanlar‹ı 1972-73’te yayımladı. Başta belirttiğim, 70’li yılların bir zorlanan sanatçısının eseriydi o. Şimdilerde Medya Dörtlemeleri, Metropol Üçlemeleri, depremin romanları, Susurluk polisiye romanları, internet/eş aldatmalarının romanları yazılıyorken, ben bu mevcut buhran/tıkanma ya da geçiş döneminin, beraberindeki zorlanan sanatçı portresinin çok uzun ömürlü olmayacağı kanısındayım. Çünkü artık cep telefonu, internet de edebi literatürümüzde bir «kırmızı gül» kadar olağan bir yerde saf tutacaktır.

«Kapına bir cep telefonu bıraktım; beni aramadın bebek!»

* Ahmet Muhip Dıranas’ın bir şiirinden.

Özge Dirik / 1. –geleneksel olması muhtemel– KY soruşturması:

Noktayı koyduktan sonra gözlerim aceleyle kâğıdın üzerinde geziniyor, ve karınca kentlerinin maketini yapmış bir dev gibi şehvetle keyif alıyorsam, varsın sanat yaş bezlerini taşıran son damla olsun gerçek acıdan devşirilen. Kim karşılaştırabilir ki, özellikleri ile birbirinden tamamen farklı iki çağda yaşamış kişilerin dışında- içinde bulunulan kaotik dönem ile bir önceki Xotik hayalleri. Hastalıklarımız büyüyor, doğru. Ama bağışıklık sistemimiz de güçleniyor. Kafamdaki kumar makinesinin kolunu çektiğimde hep aynı üç sahne;

­­– bugün çok gerilmişsiniz sayın İsa.
– uyumadan bana bir martaval daha okur musun anne?
– burun deliklerine iki adet çadır çivisi takıp, kafasını masaya vuran tanrı.

kurak mevsimi uykuda geçiren yalnız hayvanlar değildir, bana sorarsanız bu
soruşturma benim için erken derim.

Hem
çekirdeğim de tatlı olsa
nasıl ürerim…

Polat Onat:

kanımca son derece önemli bir sorunsalı gündeme getirmişsiniz. sanatın bütünüyle bir zorlanma, acı çekme neticesinde ortaya çıkan bir oluşum olduğuna inananlardanım. fakat bahsettiğiniz durumu günümüz yaşam şartlarıyla sınırlamak yanlıştır gibime geliyor; geçmişte de sanatçı hep ‹zorlanan insan› olmuştur. dikkat edilirse günümüz yaşam koşullarının kaotikliğinden etkilenmeyen vasat insan hep çoğunluktadır ve bu şartlar kaotikliği de aşan gerçekliğin sorgulandığı kaos ortamına doğru evrilse de bu hep öyle de kalacaktır. soruşturmayı açan arkadaşların ‹zorlanan insan› diye kavramsallaştırdıkları öğeye ‹yabancılaşan insan› da demekte bir sakınca yok. aşılmaya çalışılan ama daha da derinleşen bir yabancılık, topluma yabancılaşmanın ötesinde bireyin kendi kendisini tanıyamamasını da kapsayan bir yabancılık olgusudur burada söz ettiğim şey. ve iyi sanatın doğması için neredeyse bir önkoşul durumundadır bu. çünkü kendini tanıyabilmek en büyük erdemdir ve başkalarını da tanıyabilmenin en iyi yöntemlerinden biridir. başka bir yazımda söylediğim gibi: «şair, kim olduğu ve kim olmaya çalıştığı arasındaki farkı anlamaya çalışan kişidir.» bahsi geçen problemin çözümü ütopik olan iki kelimeden geçiyor: doğaya dönüş… o da olmayacağına göre haydi kitapların başına o zaman…

Raşit Gökçeli / Zorlanan sanatçı:

Günümüzde insanın ya da sanatçının zorlanmasından daha vahim bir olgu mevcut. Bu da insanın «insan» olarak artık boşlukta kalmasıdır.

Toplumsal işbölümü ile ilgili var bildiğimiz tüm paradigmaların yıkılmakta olduğu bir dönemi yaşamaktayız.
İnsan emeğinin bugünkü küreselleşmiş dünyanın sosyal formasyonu tarafından tanımlanmış biçimi, antik çağlardan bu yana süregiden «çalışma» kavramı ile bağlantılarını koparmakta.

Sosyal bir varlık olan insan, artık çalışmasının ve emeğinin bugünkü düzende «gereksinim» duyulmayan ya da «pazar değeri» bulunmayan bir unsura dönüştüğünü görmektedir.

Çağlar boyunca «kıyamet» söylencesinin etrafında dolanmış olan insan ve sanatçı, kıyametten önce «devreden çıkmanın» şokunu yaşamaktadır. Yani «kıyamet» gerçekleşmeden önce insanın tözsel anlamda bir «yokoluşu» devreye girmektedir. İnsanın «muallakta» olduğu bu ortamda «sanat»ın akıbeti ne olacaktır ?

Sanırım bugünkü sanatçıyı «zorlayan» ahval budur ve bunun cevabı «zorlanarak» değil insanı yeniden değerli kılabilecek «yeni bir klasisizme dönüşte» aranmalıdır.

Rengin Bingöl / «Zorlanan insan» portresi hakkında:

Aslında sanatçı, zor koşullarda ya da acının içinde kendi fenerlerini yakabilen, yakmasını başarandır biraz da… çünkü arayıştır onu yaratıcılığa sürükleyen; çünkü özlemleridir; çünkü düşleridir dokunmak istedikleri, hayat vermek istedikleri… çünkü dondurmaktır bir anın güzelliğini… yazının içinde, renklerin dünyasında ya da seslerin içinde…
Ancak üzücüdür ki, son yıllarda gerek dünyada olup bitenler, gerekse kendi coğrafyamda yaşanan iniş çıkışlar ve bir türlü yerine oturtulamayan değerler, yaklaşımlar herkesi etkilediği gibi, biz sanat ile uğraşanları da etkiliyor… Bu ise, acıların içinden geçmekten çok, sanki soluk alamıyor durumuna gelmek gibi bir durum… Sanat olgusunun uzağına bir yerlere sürüklenen bir başka arenada buluveriyorsunuz kendinizi! Toplumu genel anlamda saran bir saldırganlığın tedirginliğini de daima üzerinizde hissediyorsunuz… ister fiziksel anlamda, ister yazı üzerinde, hemen herkes birilerine saldırıyor, olur olmaz nedenlerle… kaldı ki makul nedenlerle bile olsa bir insanın bir diğer insana yazı ile ya da fiziki anlamda saldırganlıkla yaklaşmasını uygarlık anlayışı içinde kabul etmemiz de olanaklı değil. En bilinen değerleri, kavramları, hatta bilim dallarını bile sürekli savunur durumunda kalmak da insanı yoruyor, tüketiyor… savaş veriyorsunuz durmadan! Dikili taşların savaşını! Var edilenlerin savaşını… ve nerede kaldı ki kendi ürettiklerinizin ya da üreteceklerinizin var olabilme çabaları içinde yol almaya çalışacaksınız!
Evet, belki bu zor bir dönem, zor bir geçiş dönemi ya da… Sanki her şeyi yeniden keşfediyormuş gibi yola çıkmak da, aslında çok da umutsuzluk taşımıyor; çünkü bazen geri dönüş, yeni bir adımdır, başlangıçtır; ama benim korkum «sanat ve felsefeyle» toplum arasındaki mesafeleri doğru anlamalarla yakalayamamak, kuramamak!
Bütün bu tablo içinde sanatçı olmak kolay değil… Ama daha da zor olanı bu kaotik ortam içinde üretebilmek! Dediğim gibi üretebilmek için önce soluk alıp verebilmeniz gerekir; oysa sanatçıyı, üretmenin dışında birçok şey var boğan… Sorun dal budak sarmış bir şekilde büyüyor… Ancak her karanlık gecenin ardından güneş doğar… Ve benim hâlâ umudum var; çünkü pırıl pırıl umut veren genç bir nesil geliyor… Belki güneş onlarla yeniden doğacak… Ben yaşım itibariyle bu ülkedeki 1960 yılından sonra yaşanan tüm iniş çıkışları yaşadım… ve ne ilginçtir ki hep aynı konuda sıkıntılarımı dile getirdim; daha aydın ve daha uygar bir toplum olma arzusu! Babama ilk yurtdışı gezimde sorardım, bu insanlar ne yapıyorlar diye; çünkü parklarda, banklarda, otobüslerde, trenlerde insanlar görürdüm kitap okuyan… kendi ülkemde hiç alışık olmadığım bir tablo idi! Şimdi bakıyorum bazen Kadıköy-Karaköy arası vapurların özellikle erken saatlerinde rastladığımda genç insanların kitap okuduklarını görüyorum, bir de kendi yeğenimden biliyorum tüm otobüs yolculuklarında kitap okur… Evet, değişiyoruz…
Bir başka gerçek de şu; sanatçı zaten kendi içinde tıkanmalar, doğuramama sancıları yaşar, sanatçının kendi yaratım dünyası içindeki bu iniş çıkışlar doğal olarak oluşur… Belki son zamanlarda yaşananlar sanatçının kendi dışında gerçekleşen bu zorlanma ya da tıkanma anlarından/durumlarından kaynaklanmaktadır…
Öte yandan, sanatçıların, özellikle de son günlerde ülkemde yaşanan toplumsal kaygılar nedeniyle «okunmak, izlenmek, dinlenmek» gibi basit olguların sadece «satış» kaygısı ile ortaya çıkması, sanatçıyı da yaratım dünyası içinde, şov arayışları içine sürüklemektedir… İşte o zaman da, sanat ve sanatçı kavramlarını yeniden sorgulamamız gerektiğine inanıyorum… sanatçının bütün bu kaygılardan çok, tek bir kaygısı olmalıdır; «insan» olabilme…

Serkan Işın:

Charles Baudelaire’in «Modernlik» isimli metnine bakarsak «Modernlik, geçişsel olandır, kaçak olandır, rastlantısal olandır, diğer yarısı ebedi ve değişmez olan sanatın, yarısıdır». Ben, o «kaotik» yaşam koşullarını modernliğe bağlıyor ve bu modernliğin de Baudelaire’in de belirttiği gibi, «her dönemin sanatçısı tarafından, kendi döneminde yaşandığını» savunuyorum. Yani Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet, modernliğin kutupları açısından çeşitli buhran (ki buna Yahya Kemal «inkıraz devri» diyecekti) dönemlerinde ortaya çıkmışlardır. İlki, modernliğin gelip geçiciliğinden geçmişe sığınmış, ikincisi yaşamın yeni koşullarına ‹putrel›, ‹makine›, ‹gökdelenler› gibi kelimeleri katarak şiirini kurmuştur. Burada, «zorlanan insan» ile «zorlanan yazar/sanatçı» arasında bir bağ olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Yazarın, sanatçının ‹insanı› ve onun yaşayış biçimini ‹temsili› ile birey olarak varoluşu arasındaki uzaklık bazı metinlerde kaybolabilir. Kaotik olan bir yaşam ile sanatçının yarattığı temsil’in uyuşmazlığı -mesela Roetkhe’nin, Nerval’in, Ece Ayhan’ın şiirleri ve kişisel, psikolojik durumu arasındaki uçurum- bize anlamlandırmada zorluklar yaşatabilir. Yani özünde diyeceğim şu: Modernliğin içinden bakıldıkça, iki ya da çok kutuplu bakışlar ancak bize bir fikir verebilir. Bu fikirler de akıcıdır, akışkandır. Sadece bir «duruma» bakmak zorunda kalan bizler, o durumun sınırları içinde bütün yapıtı «yaşamın gelip geçiciliğinin dayattığı yüzeysellik ve gündelik dertler» yüzünden gözden kaçırabiliriz. Bu süreksizlik ortamında, KAOS ya da KAOTİK olanın içinde, yazarın ve sanatçının içselleştirip, temsil etmesi gereken bir süreklilik de olmalı, eğer yazmaya devam ediyorsa. Bu yüzden sadece tepe noktaları üzerinden olan biteni değerlendirmek, bize PANİK getirecektir. Yani, bizim ufak dalgalar halinde gördüğümüz durumların, tam merkezinde nasıl bir kırılma var, ona bakmak, bakabilmek gerek. Bugünün «kaotik» ortamı ile Ahmet Hamdi’nin yaşadığı dönemin koşulları arasında olabilecek benzerlikler önemlidir.

Bir yazarın hem maddi hem de ruhsal açıdan zorlanması, en azından iyi bir yapıta girişmesi için yeterli olabilir. Ama hem «iyi bir yaşam» hem de «iyi bir yapıt» özlemi çekmek, baştan mümkün değil. Adorno’nun dediği gibi, «Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz.»

Tamer Gülbek / Tıkanıklık:

Günümüz edebiyat -özellikle de şiir- ortamında bir tıkanıklıktan ziyade, okunmamaktan kaynaklanan bir isteksizlikten, bir motivasyon eksikliğinden söz edilebileceğini düşünüyorum. Buna neden olarak da, onca yıldır okuyucu ilgisini kazanamayacak, plastik ürünler verilmiş olmasını görmeliyiz bence. Bana kalırsa, bir sürü yanlış yönlendirmenin sonucunda edebiyat, rotasından çıkarılmış ve toplumun çok uzağında bir yerlerde birbirlerinin yazdıklarını bile okumaya fazla heves etmeyen ve kelimelerle oyalanan bir klanın ellerinde oyuncak olmuştur.

Tamer Karalar / Paradoks:

Yazarın önündeki en büyük engel sanırım kendisi. Yazar olmanın toplumdaki statüsünün değerini ya da çekilen maddi zorlukları bir kenara bırakırsak bence yazarın asıl kaygısı «yaratıcılık» durumu. Yazar olmanın güçlükleri bir yana hiç yazamama endişesi sanırım bir yazarın en büyük sorunu. Bu yüzden «yaratma» ve «sanat»ın tetikleyici güdüleri olan melankolik ve depresif tavrın ortadan kalkması yazarı yeni bir endişeye götürür. Nesnel anlamda mutluluğun önündeki iki engel kalkarken yazarın öznel tatmini olan yazma eylemi baltalanmış olur. Yazar, her insan gibi mutluluğu ararken aslında ondan kaçarak yeni ve kendi gerçekliğinde mümkün kılınabilecek bir mutluluk yakalamıştır aslında. Dış dünyanın değerleriyle kendi değerleri arasında sıkışan yazarın önündeki en büyük güçlük de bu paradoksal durumdur.