pusula - özgür macit & vedat kamer

Vedat Kamer tarafından Çar, 14/02/2007 - 21:38 tarihinde gönderildi
‘Şimdi-burada’ ­— işin aslı, hiçbirzaman böyle değildir; ‘şimdi’de de, ‘bura’da da —sanki, bir ‘dünya’nın saptanabilir belirgin ‘nokta’sında— değildir yaşam : çoktan geride kalmış, anı olarak durağanlaşmış; hem de, çoktan öteye geçmiş, ulaşılmak istenen ereklere doğru yürüyüp ilerlemiştir. Garip bir biçimde, ancak geldiği yer ile çıkacağı yol iyice belirsizleşince bilinçlendirir kişi ‘şimdi-burada’sını : artık orada olmayacağı belirginleştiğinde, ‘ora’sı da belirginleşmiştir. Örneğin, epey bir süre içinde bulunduğu, önemli —şiddetli, sevinçli, ağrılı— şeyler yaşadığı bir uzama, birgün, bakıp, “Burası öldü artık…”, dediğinde…
(Burada (!), “dünya” kavramına başvurunca, bir açımlama vermemiz gerekli hâle geliyor:-
Dünya, bir ‘çevre’, bir ‘yer’ (topos) ile onun içinde ‘yaşayan’ insanların yapıp-ettiklerinin ve ilişkilerinin toplamından (ethos) oluşmaz — bir insanın, bütün bunları da içeren bir yönelmeyle, yaşadıklarıyla ilgili düşüncelerini (anıları, gözlemleri, algıları…) kendi çevresinde toplamasıyla, oluşur: ister ‘gerçek’ anlamda, bütün bunları (o topos ile o ethosu; ‘bulunulan yer’ ile ‘yaşanılan yer’i) edimleriyle, eylemleriyle kurduğunda; ister de ‘tinsel’ anlamda, düşüncesinde ‘kurduğu’nda…
Dünya, her bakımdan, ancak kurulmakla varolur : ona yönelmiş, onu kurmağa çalışan bir çaba yoksa, dünya da yoktur, olamaz.
Çünkü dünya, ‘gerçek’ (‘somut’, ‘olgusal’, ‘maddi’, vb.) denilen niteliğine ulaşmak için de, önce ‘tinsel’ —düşünsel— olarak kurulmak zorundadır : kur/ul/mak…
‘Dünya’, kendi kendine oluşan (bit/en : physis) ‘doğa’ya karşılık, insanın oluşturduğu —tasarımlayarak kurduğu, bağlantılar kurarak yaptığı, ilişkiler kurarak varettiği— bütünse, bu, bir bütünleştirme ediminin ürünüdür; çünkü o oluşturulmuş ‘gerçeklik’ olarak bütünlenerek tek bir tamlıkla birliklileşmesi de, gene, bir tasarımlanmayı ve kurgulanmayı gerektirir.
Dünya, tek bir bakışla tek bir bütün olarak kurulabiliyorsa, vardır, olur — ‘gerçek’ olarak da, ‘düşünsel’ olarak da…)

***

‘Şimdi’ kavramında odaklaşıyor demek aslında, hic-nunc nitelemesi : “şimdi” diyebilen kişi zaten bir ‘yer’dedir — oysa tersi doğru değil : kişi gerçi, zaten, hep ‘bir yerde’dir; ama ancak kendi bilincine ulaştığı anlarda, “Buradayım” içeriğini kurar; ancak da o zaman (‘şimdi’), o ‘yer’de bulunmasının anlamını örten perde kalkar.
Böylece de, gene garip bir biçimde, ‘burada’(sı)nın bilincine ancak zaman içinde; çok sonra ulaşabilir kişi — ‘ora’dan çoktan uzaklaştıktan sonra…
Burada —yani, burada—, önemli olan anılardır — kişinin anımsayabildikleri : oysa, onları ‘orada’ — o, artık bulunmadığı ‘bura(lar)’da— yaşarken, yanılıyordur belki — belki, o zamanki ‘burada’sında bulunan öteki kişiler (işte, şimdi —artık, onlar, ‘orada’ değillerken), “öyle değildi ki”, diyebilirlerdi.

Oruç Aruoba, benlik, Metis Yayınları, Mayıs 2005, s. 27-30

I

zamansal kurguda bağışlanabilir mor bir çikolata ellerinizden eksilmiş. ki bazen geceye kadar ölçülür mesafe. sonrası da kişilerde eskitilir.

‘Bıktım karamsarlıktan.’ – Bunu söylerken bile karamsarım oysa. Olmayan hikâyeleri yazmaya çalışmamdan belki de, hayatımın her köşesini sigortaladığımdan bu kısır kalem.
Başka hayatların hırsızıyım: kendi hikâyesizliğime inat, açlıktan kıvranmama aldırmadan kafatasımın içinde denizsiz fırtınalar koparan – yaşanan, ya da, sadece – o hayatlar.
— Bu masayı daha önce silmiştiniz.
— Sanmıyorum beyefendi, en az bir saattir bu tarafa gelmemiştim.
Restoranın karanlık köşesindeki o masada saatlerce rahatsız edilmeden oturabileceğimi zannetmiştim: Rahatsız edilmek güneş kadar beklenmedikti.
— Sen beni resmen kovuyorsun!
— Yanlış anladınız beyefendi.
— Anladım ben anlayacağımı, kes!
Sinirle kalktım ve kapıyı arkamdan çarparak çıktım. Az sonra restoranın sahibi kocaman göbeğiyle dünyanın en çirkin pengueni gibi yaklaşıp çocuğu azarlayacaktı: Bu, düşüncelerimi bölmenin cezasıdır.

II

Üşüyorum. Evimin içindeki bütün soğuğu toplayıp bir sokak lambasının dibine koyuyorum, çöpçüler alıp götürürler diye. Bütün belediyelerin tembelliği üzerinde ve grev yapanlar yine sokak çocukları. Üstelik tanrının lokavt ilan etmesi gecikmiyor pek çoğu için.
İstanbul’a kan yağıyor, bembeyaz. Bağdat’ın gecelerinin aydınlandığı gibi değil, Dicle’nin utançtan kızardığı gibi değil, bir sokak çocuğunun donmuş ellerinin renginde yağıyor:
Üşüyorum, beni üşüten kuzeye bakan ve sert rüzgârlara kafasını eğip şapkasından medet uman bir seyyah gibi davranmaya çalışan çatlak pencereden sızan soğuk değil. Beni üşüten içerinin sıcaklığı, yanı başımdaki kalorifer, onun dokununca elimi yaksa da bakınca, koklayınca ya da düşününce ürperten soğuk, mavi, metalik dokunuşu.
Kendimi evden dışarı atıyorum. Bıraktığım soğuklar hâlâ sokak lambasının altında. Belediyeyi arasam, ben kimim ki beni dinlesinler: kelimelerle oyun oynamayı seven fazla gelişmiş bir çocuk. Aklımda misket oynarım hergün, develeme dönderirim. Kırk türlü oyun vardır işe yarayan yaramayan her türlü eşyada benim için. Koleksiyonlarım vardır: en başta misketler, sonra gazoz kapağı. Bir de yağmur biriktiririm gözlerimde, çekmecemde mendil.
Sokaklara vuruyorum. Gecenin bir vakti. Sarhoş değilim, bağırıyorum. Kar İstanbul’a yalnız geceleri lapa lapa yağıyor. Keyfine varıyorum. Sabah olduğunu okunan ezanla değil turuncu rengiyle ayaklarına un sürüp kuzuları kandırmaya çalışan ve her türlü masal kahramanından daha gürültülü olan belediye otobüsüyle anlıyorum. Ara sokaklardan çıkıyorum, bir cadde, bütün rüzgârlardan daha sert vuruyor suratıma.
Yapacak bir şey yok: Eve dönüyorum.

III

bir ada’yı hecelerken uyandım. gitmesine izin verdim her bir dalganın her bir köpüğüne. ve şimdi gülümsemenden yükselirken dolunay, her çocuk bir masalı emekli ediyor geceden. cam gözler ışıktan yorulmuş uykuyu ebeliyor. ikimiz de saklanıyoruz. korkumuz kardeş yapıyor kitap sayfalarındaki tekleri ve çiftleri. karanlıkta okunmuyor aramızdakiler.

Ne diyordum? ‘Bıktım karamsarlıktan.’ Ritme alkış tutan insanların arasında yürüyorum. Sinirli görünmem lazım. Topluluk hiçbir falsosu olmayan mükemmel bir orkestra gibi: akortları bozulanları çok çabuk saf dışı ediyorlar. Adımları ritme uyduruyorum. Dışlanmaya katlanamam – hikâyesizliğin nedeni mi, sonucu mu?
Yağış yok. Kar duvar diplerinde buz gibi uyuyor.
Telefonum edepsizce çalıyor:
— Yazdın mı?
— Yazıyorum.
İyi de niye ben yazıyorum?