dört mevsim - özgür macit

Vedat Kamer tarafından Cu, 29/09/2006 - 13:31 tarihinde gönderildi

Yaz: babaannem

      Mevsimlerden güneşti. Bize sıcaklığı anlatan da, toprak anayı mutlu kılan da oydu. Sonra akarsuların sürükleyip götürdüğü topraktan yoksun kayalıkları –benim ağaçsız, ot bitmez dağlarımın, küçükken ata, kapıya, edinemediğim oyuncaklara benzettiğim kayalıklarını– yaktı, kavurdu. Kayalıkları diplerinden sessiz sakin akan sular doyururdu. Dağlardan beslenip hindin denizine giden suların adına ‘tohma’ denirdi. Dağlar bağırlarını yakan sıcağa bakmaksızın, başları yıldızlara en yakın varlıklar oldukları için övünürlerdi.
      Oranın elleri kışın yufka, yazın bulgur kokan kadınları vardı. Ayakları nasırlı, derileri yanmış ve toz bürümüş, yüzleri kara, başlarında yazmalarıyla yazın çalışan, kışın çalışan ve hep çalışan kadınlar… Sırtlarına bağladıkları çıkınlara bebelerini katıp, buğday tarlalarında ve kayısı bahçelerinde çalışan… Şalvarları kendilerinden eski ve temiz esvapları bayramdan bayrama, düğünden düğüne çıkan… Toprağın tadı dillerine, kokusu ciğerlerine, ateşi alınlarına işlemiş…
      O kadınlar sabahları güneş uyanmadan uyanırlar ve akşamları gece uyumadan uyumazlardı. Toprakla en az kendileri kadar haşır neşir olan erkekleriyle ve sayısı çoğu zaman unutulan çocuklarıyla aynı evlerde, o saman, balçık karışımı harç ve odundan evlerde yaşarlardı.
      Ben onlardan yalnız bir tanesini tanıdım. Evinden ayrılmazdı. Ayrılınca da yerini yadırgayan çiçekler gibi soluverirdi. Kendi diliyle konuşur, toprağı anlatırdı. Hayatın kendisinden alıp götürdüğü umutlardan yoksundu. En az üzümden başka meyvenin yetişmediği dağların bereketten yoksun olduğu kadar…
      Yazın kavuran sıcağında gündüz, güneş demeden oturur, sacın başında yufkasını açar, sonra bulgurdan bir yemek pişirir, dedemin gelmesini beklerdi. Bir gün dedem gelmedi. O, ilk defa ağladı.
      Mevsim yazdı ve o, diğerleri gibi, boğazından bulgurdan gayri yemek geçti mi rahat edemezdi. Çünkü yaz vakti güneş başakları sarartır, buğdaydan tohum, tohumdan bulgur, bulgurdan ekmek yapmasını köylü bilirdi.
      Sonra gece inerdi. Yaz olsa da karanlık demek soğuk demekti. Dağlarda mum alevinde başlayan gece, mumun bitmesiyle sona ererdi ve bir mum alevinin sapsarı sesini kimse karanlıktan daha iyi anlatamazdı.

Sonbahar: sigara

      Tereddütle girdiğim mahalle bakkalından utana sıkıla bir paket sigara, bir kutu da kibrit istedim. Verdiğim paradan utanarak, yaptığım işten tiksinerek istediklerimi bakkalın elinden aldım ve gocuğumun iç cebine yerleştirdim. Kendimi bakkaldan dışarı attım. Yüzüm kızarmıştı, yaptığım işten çoktan pişman olmuştum. Keskin dönemeçleri olmayan yolu geçtim, Feneryolu’nda bulunan demiryoluna kadar geldim. Yine ve ısrarla, diğer insanların kullandığı alt geçit yerine, tüm yasakları hiçe sayarak ve içimdeki asi insana uyarak demiryolunun üzerinden karşıya geçmeye karar verdim.
      Bir trenin hızla gelip boynumu koparacağına dair anlamsız korkumu yenemeyerek, kulağımı raylara dayayıp yakınlarda bir trenin olup olmadığını sorguladım. Tam ben kafamı kaldırıp adımımı atmaya hazırlanırken karşı taraftan gelen trenin sesiyle korkulukların öte tarafına atladığımı ve bunu bir daha yapmayacağıma dair yemin üstüne yemin edişimi unutamam.
      Aslına bakılırsa, bilinçaltımda, trenlerin bana korkunç görünen yüzü, sevecen görünen yönünden eziktir. Küçüklüğümde terör kokan Bingöl Dağları’nı aştığımız trenler, bana safra kusturan ve Bitlis tütününün kokusuna mahpus otobüslerden daha çekici gelmiştir. Sevdalı olduğum dağların sarp kayalıklarını yararak, Fırat ve Dicle’nin engin sularının köpüklerini okşayarak, demirin ince ve keskin sesini duyarak yaşadığımız ve kaçıncı mevki olduğuna aklım ermeyecek kadar küçük olduğum zamanlarda benim tıngır mıngır beşiğim olan trenler…
      Bu şehre geldiğimden beri, ne zaman olursa olsun, nereden binersem bineyim, bir yığın işçinin ter kokusunu duyduğum, mavi, kirli mavi trenler…
      Trenlerle ve trenlerde olan yüzlerce anımı, lüks kokan ve hemen ötesinde aç insanların yaşadığından habersiz, sıcak evlerinde kendileri gibi şişman, yiyip içip sıçmaktan başka işi olmayan kedilerini ve köpeklerini ve kuşlarını ve bütün hayvanlarını besleyen insanların yaşadığı sokaklara terk edip, Kalamış’taki sayısız yatın olduğu marinayı gören sokağa vardım. Evlerin bahçelerinde güzel kokan ağaçlar vardı. Denizin sonsuz enginliğini gördüğüm an bu kokuların, araba seslerinin ve havanın soğukluğunun beynimde yarattığı uyarılar son buldu. Beynim, kalbim, tüm organlarım denizi, maviyi izlemeye, onu hissetmeye başladı.
      Sahile indim. Gidip, ıslak olmasına, soğuk olmasına aldırış etmeden kayalıklara oturdum. Batıdan soğuk bir rüzgâr esiyordu. Benim gibi birini rahatlıkla uçurabileceğini düşündüğüm için, yanımda rüzgârkıran’ın olmasını diledim. Hem o olsaydı, bana sigara da içirmezdi.
      Sırtımı batıya döndüm ve kibriti çakıp sigarayı yaktım. Ben, sigaram ve rüzgârkıran denizin seyrine daldık.
Yazdan kalma bir eylüldü. Babaannemi düşündüm. O denizi hiç görmemişti. Kendi dağlarında yaşamıştı; oralarda bu mevsim, sarı, kahverengi ve yeşil olurdu. Burada mavi ve kırmızıydı oysa.
      Ve tam bu mevsimde O, beni, babamı ve temelini tırnaklarıyla kazıp çamurunu kanıyla kardığı evini bırakıp gitti. Babam yas etti. Sakal bıraktı.
      Rüzgârkıran fısıldadı: «Gözyaşlarını sakla dostum, bülbüller ağlamazlar.»
Ayrılık üzerimize olsun.

Kış: mezarlık

      İkindi ezanının okunduğu vakitti. Güneşin çaresiz çabalarını hiçe sayıp, içimi ısıtmayı sigaramdan umarak sanki insan kadar ufacık, sanki insan kadar kocaman bir şehirdeki ufak bir tarladan geçiyordum. Yazın sütleğenlerle kaplanacak bu tarla, henüz yağan yağmurun etkisiyle ıslak, güneşin yansımasıyla ışıl ışıldı: ‘Ben bereketin toprağıyım’ dercesine mutluydu. Eğilip kulak vermek, toprağın sesini dinlemek istedim, umutsuzca bakındım, yer çamurluydu. Yapamadım.
      Toprağa doğuştan sevdalı, toprağa beşikten sözlüydüm. Bir gün gelecek, kendime dönecek, sonsuz huzura toprakta varacaktım. Mezarımın üstüne gelip basan bir köpek tarafından rahatsız edildiğimde bunun ayırdına varacaktım.
      Ben on sekiz yaşımdaydım ama ruhum kaç yaşındaydı onu bilmiyorum. Çelimsizdim, bileklerim bir kuşun kanadı kadar zayıf, vücudum memleketin dağları kadar bakımsızdı. Rengim güneşten değil, doğuştan esmerdi. Toprak işine değmeyen ellerim ve ayaklarım, ayaklarına pabuç değmeyen atalarımdan daha nasırlı, sakallarım ot bitmez dağlardaki ağaçlar kadar seyrekti.
      «etek sarı, sen etekten sarısın / kurban olam Beydağı’nın karısın» türküsünü anımsadım. Bu kayısı kenti, bir kadının eteklerine yapışmış çocuk misali Beydağı’nın eteklerine yerleşmişti. Buranın saz misali yaşayan, rüzgâr ne yöne esse o yöne yatan insanları vardı. Tüm Anadolu insanları gibi onlar da en insancıl yetilerinden, düşünmekten alıkonulmuş, daha beşiklerine girmeden köle olmayı, analarının sütünü emmeden yalnız söyleneni yapmayı öğrenmişlerdi.
      Bizi insan kılan neydi, diye düşündüm. Kentleri, kentlerin getirdiklerini sevmiyordum: gürültüyü, lüks yaşamı, bütün insanların içinde olan tanınma duygusunu… Kim bilir ne güzel olurdu hâlâ mağara ve kovuklarda yaşadıklarından bahsedilen insanlar gibi yaşasaydık. Belki o zaman, televizyonlarda, konuşmalarda ve tartışmalarda sürekli övünülen , ulaştığımız medeniyet seviyesi olmaz, belki o zaman yağmurdan sonraki toprakta bulunan solucanlar kadar mutlu olurduk.
      Hayvanlar… Bize bağlı olmadan ve bizimki gibi bir uygarlık seviyesine gereksinim duymadan yaşayabiliyorlardı. Hayvan olmanın kazandırdıklarını ve insan olmanın götürdüklerini düşündüm.
      Tarladan uzaklaşmak istiyordum, toprakla konuşmaya gidecektim. Toprağın gerçekten canlı olduğunu düşündüğüm bir tek yer vardı. Belki de orası medeniyetin getirdikleri arasında sevdiğim tek yerdi: mezarlık…
      Tarlanın çürümüş kapısının üzerinden üstümü kirletmemeye çalışarak atladım. Deremsi bir patikadan geçerek inşaatların olduğu yere geldim. İnşaatlara girmekten küçüklüğümden beri korkardım. İnşaatta kimin olacağı belli olmazdı: sarhoşu, hırsızı, tinercisi… Yaşadığım hayatı ve yaşadığım hayatın onlara yaşattıklarını düşündüm. Kendimden bir kez daha tiksindim.
      Ölmek demek belki de arınmak demekti. O hâlde mezarlık temiz olanların yeri olmalıydı. Acaba insan ölünce mi temizlenirdi? Temizlenmek istediğimde mezarlığa giderdim. Orada kirli ölen fakat şu anda temiz olan insanların etlerinden beslenen ağaçlar vardı. Bu ağaçların temizlediği hava ciğerlerine işler, her seferinde ciğerimde temizlenen kan kalbimdeki pıhtıyı yok ederdi.
      Mezarlığın yeni yapılmış kapısından girdim. Tam ortadan bir ark geçiyordu. Arkın bitişiğinde bir çeşme vardı. Sırtında kamburunu taşıyan korkak görünümlü bir ihtiyar, çeşmenin başında duruyor, kovasının dolmasını bekliyordu. Kova suyla dolduktan sonra, götürüp bir mezarın üstüne döktü. Acaba ölüler de susar mıydı?
      Arkın yanındaki yolu terk edip babaannemin mezarını aramaya başladım. Kıble sanki her seferinde farklı bir yerdeymiş gibi, mezarların kimi o yana, kimi bu yana dönmüştü. Bakımsız mezarlara basmamaya çalışarak ilerledim.
      Mezarı bulamadım. Mezarlardan birinin başında oturan yaşlı bir adam gördüm. Yanına gidip çömeldim. Adamın elinde siyah bir poşet vardı, poşetin içinde kaçak tütün. Dudaklarının üzerine uzayan beyaz bıyıklarının bir kısmı aşınmıştı. Aşınmayan kısım ise sigara içmekten sapsarı olmuştu.
      – Kimin var amca mezarlıkta? diye sordum.
      – Oğlum, dedi, yirmi yaşındaydı, öldü, getirdiler şu kapının yanına gömdüler.
      Sesi ölüm haberi kadar sıskaydı. Pek iyi anlayamadım. Gece inmişti. Dağlardan usul bir rüzgâr inip adamın elindeki sigaranın ateşini harladı. Geceyi bembeyaz bir çarşaf bürüdü. Sonra çarşaf kanlandı, bir genç kızın bozulan bekâretiyle.
      Bu siyah – beyaz bir hikâyeydi.

Bahar: kayısı çiçeği

      Mevsimin bahar olduğuna dair şarkılar çalıyor radyolar. Bahar olduğunu haber veriyor gazete kağıdı takvimler.
      Memlekette baharın nasıl geldiğini çoktan unuttum. Ama, İstanbul’da, Kadıköy’de bahar rengârenk çiçeklerle, baştan aşağı kırmızı ağaçlarla ve maviye kesmiş denizle gelir.
Ve bu şehirde her kalbe bir ağaç düşer. Kışın yapraklarını döküp çırılçıplak kalan ve bahar gelince yeniden doğan bir ağaç. Her kuşun saklandığı yerden, o kuş kadar güzel bir çiçek verir ağaçlar. Bu yüzdendir ki dünyanın en güzel çiçeği kayısı çiçeğidir.
      Ve memleketten çiçek kokuları çarpar burnuma. Sonra islime girer kayısılar. Kükürdün acı tadı genzime işler. Dedem ile babaannem canlanır gözümün önünde. İslim yemiş kayısı gibi sarı benizleri, buruşuk ve titrek elleri vardır.
Babaannem bana falımın doğru çıkması için, sevdiğime en çok benzeyen papatyayı seçmemi söyler. Ne zaman boynunu bükmüş ağlayan bir papatya görsem, bu söz aklıma gelir hemen.
      Ve tanrı tarafından sevgi ilham olur yüreklerimize. İşte yine çil yavruları gibi dağılıyoruz. Hâlâ anlayamadık: Şarap mıydı acı olan, yoksa biz miydik? Önemsizdi. Yine de bulutların hareketi ve yıldızlar bizim elimizde oldukça, mutluluk yağmasına izin vereceğiz her bahar.
      Babaannemin varlığından yoksun bir dünyada da mutlu olabiliyoruz artık. Ve pilli radyosunda sesini duyduğu fakat hiç göremediği adam ona yalnız ağlamaklı olduğu zaman hikâyeler yazmasını tembih ediyordu.
      Babaannem okumayı, yazmayı hiç öğrenememişti. Bense yepyeni hikâyeler yaratabilirdim.