Muhtar Özkaya Halk Kütüphanesi’nin kuytu sessizliğinde bitirdiği romanı raflardaki yerine geri koymak amacıyla radyatörün yanından kalktı Süleyman. Sert kış, insanın hem vücudunu hem de ruhunu donduruyordu.
Günlerdir kütüphanede roman okumaktan ve yaşlı şiirseverlerin melankolik sohbetlerini dinlemekten başka bir şey yaptığı yoktu. Edebiyat Fakültesi’nde son sınıf öğrencisi olmasına rağmen hâlâ geleceğini belirleyememiş, güzel ve tutarlı planlar yapamamıştı. Cezmi Ersöz’ün dediği gibi hayallerini yakıp evi ısıtamıyordu. Çok çabalamasına rağmen beceremiyordu hayallerini yok etmeyi. Olmuyordu. Çok küçük yaşta başlamıştı edebiyat sevdasına, yazmaya, okumaya, şiirlere, öykülere, Nâzım’a, Edip Cansever’e, Turgut Uyar’a, Oğuz Atay’a… Beceremiyordu işte. Bu büyük şehrin karmaşıklığında yaşayan insanların arasında, bir tek Süleyman vardı hayallerinden arınamayan.
Oysa şehir acımasızdı. Süleyman çalışmalıydı, koşturmalıydı. Rekabet ortamı bu, can pazarı bu… Fakültede yüksek ortalamalar yapması, yabancı dilini geliştirmesi, yüksek lisans için hazırlanması gerekiyordu. Donanımlarını artırmazsa iş bulamayacağını biliyordu. Ama bırakın çalışmayı, koşturmayı, Süleyman sabahları yatağından kalkmaya, okula gitmeye ve arkadaşlarıyla buluşmaya bile üşeniyordu. Belki de istemiyordu.
Süleyman yalnızdı. Bütün eski arkadaşları “üflüyordu”, ama Süleyman üflemezdi. Çünkü Süleyman babasının deyimiyle “efendi adam”dı ve bu zaman döngüsünün ortasında, yaşamın kıyısında bir balıkçı kadar yalnızdı. Zaten bu “üfleme” işini bir türlü aklı almıyordu. “İnsan, beynini yok etmeye, boşaltmaya ve uyuşturmaya nasıl bu kadar hevesli olur?” diye düşünüp duruyordu. “Üfleme” ortamlarında yabancılık çekiyor ve dolayısıyla sıkılıyordu. Belki de üflemekten korkuyordu. Nerden buluyorlardı bu kadar üfleyecek malzemeyi? Bu “üfleme” işi, yasadışı değil miydi?
“Ne olacak bu işlerin sonu?” gibi ölümcül sıkıntılardan sadece edebiyat dünyasının sarmalında yaşayarak kurtulabiliyordu. Karakterlerin, yazarların ve olayların yerine kendini koyarak… “Başka yolu yok mu?” diye yakındığında aklına yalnızca “aşk” geliyordu. Bir sevgilisi olsaydı ve birçok zevkle tanışabilseydi, rahatlayacak, sıkıntılarından kurtulabilecekti. Ama ne yazık ki Süleyman’ın bir sevgilisi yoktu, ayrıca hiç olmamıştı. Olamıyordu. Kitabı yazılmadığı için Süleyman aşkı öğrenemiyordu bir türlü. Romanlardan bildiği kadarıyla aşk güzel bir düelloydu. Rulet masasındaki rakamlardan başka bir şey değildi, yüzyıllardır arkasına sığınılan o aşk büyüsünün tatlı masalları. Kostümünü çıkartsak şehvetin tilki bakışlarıyla gülümseyecekti aşk büyücüsü…
Elindeki ciltli kitabı İngiliz romanlarının bulunduğu rafa yerleştirdikten sonra “Dorian Gray’in Portresi de bitti” diye düşündü. Oyalanmak ve içerisinde kaybolmak için yeni bir kitap bulmanın zamanı gelmişti. Sakince rafları süzmeye başladı.
“Oscar Wilde’ın ardından üzgün ve dalgın görünüyorsunuz.”
Orta yaşlı kütüphane görevlisini fark etmemişti Süleyman. Her zamanki dalgınlığı bir an için kendini rahatsız etti. Yaşına rağmen çekici bir şeyler vardı bu kadında. Garip, iç kıpırdatan bir şeyler…
“Bugün biraz yorgun hissediyorum kendimi, hava da sıkıntılı bildiğiniz gibi…” diye cevapladı çekici orta yaşlı kadını.
Kadın Süleyman’ın umutsuzluğunu fark etmişti:
“Size birkaç ilaç vereyim o zaman.”
Rafların arasında biraz gezindikten sonra bir kitap çıkardı orta yaşlı, çekici kadın…
“Pablo Neruda” dedi, “sever misiniz?”
“Neruda’nın şiirlerini severim. Ama ben bu ilaçlardan yeterince kullanıyorum zaten” dedi Süleyman gülümseyerek.
“Bu çeşit ilaçlardan ne kadar kullandığınızı biliyorum. Sana göstereceğim özel bir ilaçtır.”
Sayfalar aralandı, o eski kitap kokusu, Neruda’nın 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmanın son satırları:
“…Son olarak, iyi niyetli tüm insanlara insanın geleceğinin Rimbaud’un deyişinde ifade bulduğunu söyleyeceğim: Yalnızca ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak…”
Süleyman kendini daha iyi hissediyordu, “Tabii ya… Neruda’dan daha iyi kim bilebilir yaşamı!” diye düşündükten sonra kütüphane görevlisi kadını süzdü:
“Daha ne kadar bekleyeceğim sizce?”
“Beklemeyeceksiniz. Sabretmeyi öğreneceksiniz.”
Süleyman kızmıştı, ne de olsa Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi:
“Kelimelerle oynuyorsunuz ve bana mantıklı bir çözüm sunmuyorsunuz. Beklemekle sabretmek hemen hemen aynı şeydir.”
“İkisi aynı şeyse neden ayrı kelimelerle ifade ediliyor? Size mantıklı bir çözüm sunmamı ister misiniz?”
“Yapabilirseniz…”
“Sandviç adam nedir biliyor musunuz?”
“Ne yazık ki bilmiyorum!”
“O zaman size sandviç adamdan bahsedeyim. Sandviç adam bir çeşit reklamcıdır. Biri önüne öbürü arkasına gelecek şekilde kayışlarla asılmış iki reklam panosunu sokakta gezdirenlere eskiden sandviç adam denirdi. 19. yüzyılda çok gözde olan bu ucuz yöntemle yoldan geçenlere reklam yapılırdı.”
“E, benim umutsuzluğumla ne ilgisi var bunun?” diye çıkıştı Süleyman.
“Üzerindeki reklam panolarında UMUDU ARIYORUM yazan sandviç adamlar gibi sokaklarda dolaşarak olmaz bu iş. Umudu kendi içinizde yaratmalısınız. Çünkü başkası size umut veremez bu devirde. Eğer umutla beslenmek istiyorsanız, yaratabileceğiniz şeylerin farkına varın. Umut dolu şeyleri gözlemlemeli, içine sıkıştığınız kalıplaşmış karanlığınızdan umudu yaratmalısınız. Biri şöyle demiş: ‘İçine koyacağınız bir karanlığınız olmadığında, ışık neye yarar ki…’ ”
Bu armonik kelimeler sona erdiğinde Süleyman kütüphaneci kadını düşlemeye başlamıştı.
“Arzu da bir çeşit umut olsa gerek…” dedi ve gülümsedi.
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun