Tüm sanat dallarını birbirinden ayıran çok önemli ayraçlar var. Bu anlamda şairi de diğer sanat dallarına kendisini adamış sanatçılardan ayıran bir çok yan olacaktır; fakat sanatçı kimliğine mutlaka eklemlenmesi gereken vasıfların tümü, benim görüşümce sadece şair için değil, tüm sanatçılar için geçerli olmalıdır.
Kendi iç sorgulamalarını başarıyla sürdürebilen ve sonuçlandırabilen sanatçının, benim kanımca ‘çevresiyle hiçbir şekilde uyum sorunu olmayan’ ve ‘temel evrensel değerlerin bilincinde ve bu değerlere saygılı’ bir karaktere sahip olması, ille de gerekli değildir. Nasıl ki; sanat evreni kucaklayarak, evrenin içindeki tüm karmaşa ve uyumsuzlukları, çelişkileri ve bu çelişkilerle yaşayan milyarlarca insanı da konu alacak kadar özgür olmalıysa, bu sanatı gerçekleştiren şahıs da, ‘sanatçı’ adı altında, nitelikleri net olarak belirli ve kısıtlı olan bir insanın ta kendisi olmak durumunda kalmayacak kadar özgürdür! Bir sanatçının her insan gibi çevresiyle uyum sorunları olacaktır ve ‘temel evrensel değerlerin bilincinde olması’ gerekliliği de, salt bu değerlere kendisini adaması ve hatta saygı duyması gereğini de getirmemelidir.
Sanatın sanatçıya ait bir erk olarak belirlenemeyeceğini ve sanatçının da aslında diğer insanlardan ve sıradanlıklardan pek de farkının olmadığını savunanlar vardır. Bence bu hem doğru, hem doğru değil…
Çünkü; sanatın yol göstericiliğinden bahsediyorsak, orada o bahsettiğimiz sıradanlıkların katılaşmış sırtına derin yaralar açarak, özgür düşlerin peşine takılıp gidişimize ortaklık eden sanatla bir kez daha karşılaşırız ve bu sanatın yaratıcısına istemsiz, hatta bazen istemli bir hayranlıkla sevgi besleriz. Bu açıdan bize bu yolculuğu tanıtan sanatçının hiç de bahsettiğimiz kadar sıradan olamadığını anlamamız gerekir.
Bir diğer husus ise sanatçının doğaüstü bir varlık olamayacağının açıklığıdır. Ne sanat, ne de toplum, zaten sanatçıdan böyle bir beklenti içine de girmez. Çünkü sanat öğretilmiş değildir, öğreten de değildir; çoğu kez yol göstericidir. Hatta bazen yol gösterici de değildir. Sanat, ne yaratanın kimliğinin gelişimi ve yeni erkler peşine düşme gereğine; ne de sanatını yepyeni yetiler ve olanaklar sağlayacak bir araç olarak kullanmasına dönüşmemelidir. Sanatçı da her insan gibi özgür, kusurlu ve sıradan olabilir. (olmayabilir de)
Bu iki durumu özetleyince, şu anda kafalarda oluşan ikircikli durumu yok etmek de mümkündür. Çünkü hepimiz bunun için küfretmez miyiz? Doğru var mı? Ya da hangi doğru?
Mayakovski şöyle diyor:
“Belli kimseler için yazılmış bir kitabın; ya da sanatın bize yararı yoktur. Bu hem doğru; hem doğru değil…
…gerçek sanat, geniş kitlelerin anlayabileceği sanat olmalıdır. Bu hem doğru, hem doğru değil…?
En eski çağlardan bugüne, insan ilişkilerini her değişim safhasında bir çok yönüyle etkileyen bir sanat dalı olarak şiiri ele alacak olursak, bu sanatı oluşum ve algılama açısından tüm parametreleri ile değerlendirmemiz daha doğru olabilir. Ancak henüz bu konuda kendimi tam anlamıyla yetkin hissedemediğimden, konuyu şiire batmış büyük şairlerden seçtiğim alıntılar sayesinde tartışabileceğimi düşünüyorum. Bu sebeple yazım alıntılarla yüklü olacaktır.
Şiirle uğraşan, bir şairse; ya da o kişi şair olabilme adına şiirle ilgileniyorsa, şiiri tartışmalıdır. Yalnızca şiir okuyarak, şiir adına bir şey yapmış olmaz. Şiir üzerine yazılmış yazıların okunması, önemli şairlerin şiirlerinin yorumlanmaya çalışılması, kendi yazdıkları üzerine düşünmesi, şiiri anlama boşluğunu dolduracağından, bu önemli aşamalardan biridir.
Gelelim anlamak konusuna. Anlamak… Ne kadar da keskin bir kelime! Önce kelimenin söylenişi insanı yaralıyor. Bu birçok dilde de böyle… Anlamak var mı? Ya yoksa…? Ya da sadece kendi algımız çevreyle düzenleniyor ve biz de bunu ‘ işte şimdi anlıyorum ’ diye yorumluyorsak? Yoksa anlamak var da, bu sadece kısa bir anı mı tarifliyor? Yani sevişmek gibi… 10 dk’lık bir gelgitse? Belki de bizler özveriyle anlamanın gerçekleşebileceğini de savunuyor olabiliriz. Anlamak bizim için inanılması gereken bir gerçek de olabilir. Bir şiirimde geçer: «Anlamak sevişmektir»?…?
“Ben seni anlamadım, sen de beni anlamadın aslında… Sevgilin seni hiç anlamayacak, yorulma artık. Biz kimseyi anlamadık… hiç! Kimse de bizi anlamayacak. Belki özel anlar yaşanacak, düşünsel olarak dinlendiğimiz anlar, sorgusuz durabildiğimiz anlar… belki o anlarda sevişeceğiz, kısmen anlayacağız.? Belki bu da sevgili Ulaş Nikbay’ın terimiyle bir kırıktır. Kırıktan çıkınca sevişme sonlanacak… algı sonlanacak! Yine aynı sen, yine aynı dünya… yaşayacağız… Anlamak için yorulmamak üzere yaşayacağız. Anlamak yorar çünkü; yorulur insan. Bir sevişme sonrası yorgunluğu gibi dingin ve belki de olgun bir heyecanmışçasına yaşanan… fazlasıyla gerekli! Bunu kabul etmemek mümkün mü? Anlamak yoksa eğer, anlam da olamaz denebilir. Oysa anlam, anlamanın beceremediği yerdedir. Anlamak, anlam var olduğu için yoktur.
Şair Bayram Balcı’nın bir yazısından alıntı yapmak istiyorum; bence doğru ve tartışılabilir yanlarıyla önemli bir alıntı: ‘Şiir, çoğunluğun aklını kurcalamaz. Çoğunluğun yaşamına girmez. Çoğunluğun aradığı ya da olmasını istediği hiçbir işin elinden tutmaz. Bu yüzden de şiir çoğunluğun dışındadır. Çoğunluğun dışında kalır. Çünkü, şiir bir amaç gütmez, bir şey öğretmez. Bunun için de güven vermez. Bütün bunlardan sonra çoğunluğun şiire uzak durması da anlaşılmaz değildir. Bir işe yaramaz çünkü şiir. Kolayca anlaşıla verilen bir şey de değildir. Çünkü çoğunluk, şiirin dediğini diyemez. Onu açıklayamaz. Bu da şiirin çoğunluğa karışmasına engel olur. Hem karışsa bile bu karışım çok kısadır, bir şimşek çakmasından öteye geçmez. Şiir, hemen çoğunlukca eski yerine, yokluğa konur. Bu konuda şiirin elinden gelen hiçbir şey yoktur. Yoktur, çünkü hiçbir şiir, dünyada okuyucu için yazılmamıştır’ Bu açıdan bakıldığında şairin okuyucudan uzak bir üretim sürecinde oluşuyla, aslında yalnızlığı tercih eden bir halinin olduğu söylenebilir. Oysa etkilemiş olduğu toplumdan aldığı yansılarla, kendi sanatını yönlendirebilmeyi başarmalıdır şair! Lautreamont’un dediği gibi “şiir herkesçe yaratılmalıdır; tek bir kişi tarafından değil…?
İlk okuyuşta anlamlandıramadığız bir şiir için, bazen sinirlenebilirken; bazen de olgunlukla ‘şairinin sesli okuması’yla anlamına kavuşacağını düşünürüz. Yanlış hatırlamıyorsam, Attillâ İlhan’ın bir sözü var: «Şiir yazılmaz, söylenir»? Bu doğru. Belki yazının anlamı, ya duyulan sestedir; ya da duyulmayan iç sestedir. Bilirsiniz, okuduğumuz bir kitabı sessiz okusak bile, aslında yalnızca bizim duyabildiğimiz bir iç ses ile okuruz. Bu sesi sanki sesli okuyormuşcasına vurgularla, hatta hayalimizdeki mimiklerle de süsleriz. Yazı son kimliğine okumayla kavuşur zaten ve yine yazı bunun için vardır; okunmak için. Şiir sestir, şiir müziktir. Sessiz yaşayamayız, ölürüz!
Anlamak sözcüğüne bir bulaştık mı, bizleri kendi cephesinde sindirmeye çalışacaktır. Bazen çok acımasız olabir. Yine Attilâ İlhan’ın şiir kitaplarında tanıştığımız şiirin şairinden yorumlanması konusu, ‘meraklısına notlar’ bölümlerinde canlanmıştı. Bazı açılardan, şiirin kapalı kapılarından; kendisini oluşturan süreç hakkında edinilen bilgiler sayesinde sıyrılabilmeyi sağladığından, bu bölümün faydasını sevgili usta gerçekten yadsıyamaz herhalde. Oysa şiirimi anlatmak benim pek hoşuma gitmez. O zaten yazılmış ve bitmiştir. Daha çok ‘onu yazdıranı’, şiirden uzak bir diyalektik ortamda tartışmayı severim. Bu daha açık ve evrensel bir paylaşım bence; şiirle ilgilenmeyenleri de kapsayan…
Şiirle ilgilenmeyenleri kapsamak… Paul Eluard ‘şair esinlenenden çok, esinleyendir’ derken şiirin etkilerinin toplumdan ayrılamayacağını vurgulamıştır. Bunun da yine, sadece o şiiri okuyan kesim için gerçek olabileceği açıktır. Eğer bu etkinin yolu önceden de belirttiğim gibi diyalektik ise, hiçbir şair ya da sanatçı, toplumun bütünüyle böylesine bir ilişkiyi kuramayacaktır. Bu, kucak dolusu sevgi bağlarını doğayla özümseyen bir felsefenin, yani Zen’in de hep konusu olmuştur. Zen kural koymaz, öğretip uygulatmaz ve hatta fikir de vermez. Buna karşın bir şey yapmadan beklemenin, sorgusuz kendinle yüzleşmenin erdemine adanmıştır. Bunu açıklarken, her şeyin doğanın keşfindeki farkındalık ile başladığını, uzun mitoslarıyla ortaya koyar. Doğa ile birlikte keşfedilen bambaşka güzellikler söz konusudur. Ancak keşfi doya doya yaşayamadan bir tragedya haline getiren acımasız bir unsur da vardır, her yaşam öyküsünün içinde. O unsur, hayatın çıkmazında gizlidir. Milyonlarca yıldan beri kültürlerin aktarmaya çalıştığı bir çıkmaz… Tüm mitoslar da aynı çıkmazı konularına yaymışlardır. Örneğin Yunan Mitologyası’nda Kronos’un, annesi Gaia yüzünden ‘En Büyük Tanrı’ ünvanının tadını çıkaramayışı, hatta tahtını küçük bir oyunla oğlu Zeus’a kaptırması da, aynı çıkmazı işaretliyor. Anlamanın olmadığı yaşamın çıkmazı! Keşiften sonra, sevginin bile çözemediği bu çıkmazda boğulan yürekleri hatırlatıyor şiir. Yeni keşfettiği doğanın gücüyle ayaklanan, yepyeni umuduyla yola çıkan o yürek, yaşamın bu çıkmazının gerçeğiyle, böyle bir anda yüzyüze gelince; keşfi tragedya ile yaşıyor, dingin ve bekleyen bir hali besleyerek. Bu noktada şiir aslında kimseyi keşfe çıkarma gayesi gütmüyor. Ayrıca kişiyi keşfe çıkarıp, onu avucunun içine sunsaydı; sizce bu ‘keşif’ olur muydu? Keşif rastlantısaldır, o sunulamaz.
Bilirsiniz: İlhan Berk, bir mucizeyi gerçekleştirmiş ve anadilini öğrenmeden ünlü bir şair olabilmiştir. İlhan Berk’in şiirlerini küçüklüğümüzde okurduk. Belki ben çocukluğumda, başka oyunlar buldum o şiirlerde, bir başkası ise yeni ergen döneminde ilk kez heyecanlandı belki; karşı komşunun kızı ona derin derin bakınca, o şiirleri okuduktan sonra…
Anadili bilmeden şiir yazmak… Şiirin belleği mi var ki, ona yakın yürekler, değmeyi başarınca, akıp gidiyor tüm beyin hücrelerine, hiç hissettirmeden…?
Ben bir tepedeki iki ağaçtan birinin, diğerine aşık olduğuna hep inanmışımdır. Ağacın birisi bendim, biri şiir. Ben şiire aşıktım, şiir de, Can Yücel’in ‘başka türlü bir şey’ine… Başka’yı tanırsak; şiir de bize aşık olacak. Şiir yazacağız o zaman. Yoksa şiir intiharı olur kelimelerin…
J. P. Sartre’ın «intihar dünyada varolmanın bir başka yoludur»? sözü ile konuya başka bir boyut katmak istiyorum. Hiç intihar etmeyi düşündünüz mü? (Hiç düşünmeyin, ben fazlasıyla düşündüm bir dönem; tavsiye etmem…) İntihar kısa süreli bir akıl kaybıdır; çünkü kişi ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla, kendi varlığını gerçekleştirir ve böylelikle kendi varoluşunu hiçlikle tanımlar. Peki kelimelerin intiharı nasıl bir şeydir? İşte zaman ve mekan kırığı diye tabirlediğimiz o uzamda, öğretilmiş ve yakıştırılmış her yeni kelime, şiiri de beraberinde götürerek, varoluşlarını ‘hiçlik’le tanımlar!
Louis Aragon’un bir yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum: «Yeni sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren, onları neden gösterdiğini bilen, ‘sanat sanat içindir’den mümkün olduğunca uzak, insana yardımcı olmak, yaşam yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını da hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir.»?
‘Doğru’, ‘gerçek’, ve ‘anlama’ boşluklarını doldurmaya çalışmak; Faulkner’den Halil Cibran’a ve bugüne dek gerçekleşemediyse; zaten biz burada çok güçsüz kalırız.
Haksız mıyım?
- Yorum yazmak için giriş yapın ya da kayıt olun