vedat kamer

söyleşi: vecdi çıracıoğlu

Vedat Kamer tarafından Per, 08/02/2007 - 11:20 tarihinde gönderildi

<img align=»right» style=margin-left:10px» src=»/sites/default/files/styles/medium/public/images/ky07_06_gulenayc.jpg» />KY: «Faretin» adlı öykünüzde içki masalarına konuk olan bir farenin hikâyesini anlatıyorsunuz. Öykünün içerisinde ilerlediğimizde Faretin’in güçsüz ve yoksun bir insan karakterini simgelediğini hissediyoruz. Bu saklı karakterden ve onun niteliklerinden bahseder misiniz?
: Faretin, gerçek bir fare. Adını öyle koyduk ve öyküde olduğu gibi kıyı insanlarının arasında o da yerini bir şekilde aldı. Günlerce bir arada yaşandı ve bir gün kendi içgüdüsüne dayanamayarak yaptığı haşarılığın sonucunda hayatından oldu. Öyküyü kurgularken onun fare mi yoksa bir insan mı olduğu konusunda okuyanı tereddüt içinde bırakacak izlenimler vermeye çalıştım. İnsan, her ne kadar yeryüzünün en gelişmiş varlığı olsa da bazı durumlarda güçsüz ve yoksun kalıyor. Örnek istersen, 1999’da yaşadığımız deprem ve kendini dünyanın jandarması sanan Amerika’da İkiz Kuleler’in başına gelenler. Bu doğal ve sosyal olaylar karşısında güçsüz ve biçare insanoğlu, tek başına kalıp da yaşama bir planör örneği pike yaptığında, dünyanın en zeki hayvanlarından biri olmasına karşın, arada bir, bir fare kadar da güçsüzleşecektir.
Faretin bitirmekte olduğum romanımın kahramanı. Akut paranoyak, izlendiğini düşünen –evde kalmış!– bir şair ve yazar. Ruhsal sorunları olduğundan zaman zaman kişiliğinde başkalaşım geçiriyor. O, bir çokpaltolu…

pusula - vedat kamer & zafer yalçınpınar

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 19:41 tarihinde gönderildi
«Şiir neyse odur, anlaşılmasa da, anlaşılsa da.» – Melih Cevdet Anday (Çerçeve, Nisan 1989)

I / h , a , r , f , l , e , r

Gecenin sessiz karanlığı beni terletiyor. Şakaklarımdan damlayan harfler, kâğıtların masum beyazlığına tecavüz ediyor. Sonra harfler birikiyor ve kelimelere dönüşüyor. Ardından kelimeler birleşerek cümleye teşebbüs ediyor. Yazının armonisi sürekli değişiyor. Her saniye, her dakika, her saat, tik tak, tik tak, tik tak.
Gecenin karanlığında, harfler damlıyor şakaklarımdan kâğıtların masum beyazlığına…
H,a,r,f,l,e,r k,e,l,i,m,e,l,e,r,e k,e,l,i,m,e,l,e,r c,ü,m,l,e,l,e,r,e d,ö,n,ü,ş,ü,y,o,r…
Gece vardiyasında çalışan makineler gibi…
Bir mum var, gece lambasının repliklerini sayıklayan. Emektar mum, masanın sol tarafına dikilmiş, ağlaya ağlaya, tükene tükene çalışıyor. Güzel, nostaljik, derin, ilkel ve sarhoş mum ışığı. O narin mum ışığım… İçimdeki “ben”lerin gölgelerini duvarlarıma yansıtıyor.

kuzey yıldızı - vedat kamer

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 19:13 tarihinde gönderildi

Ayın çağrısı gelmeden önce başladı her şey… Lalaith sonbaharda geldi. Minik ayaklarının altında ezilen lal rengi yaprakların çığlıklarını duyabiliyordum. Onu fazla beklememiştim ama beni şaşırtmıştı tüm çocuksuluğuyla. Hayatımdaki en büyük hata yıldızların isimlerini insanlara vermek olmuştu. Bunu söyleyebilmek içinse, benim maviyi bulmam gerekecekti. Her şeye rağmen, bir yıldız gelmişti yanıma; işte o zaman yıldızlar kaymaya başladı gözlerimden.

söyleşi: aziz kemal hızıroğlu

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 16:16 tarihinde gönderildi

‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı ilk kitabınızda ‹İstanbul Savaşları’nın etkisi nedir? Ve ilk adınızın ‹Aziz Çolak› çağrışımlı bir sorumluluğu taşıdığına inanıyor musunuz?

‹İstanbul Savaşları›, 1980 darbesinden önce yaşanan kısmi iç savaşın simgesel bir karşılığıdır. (Karındaşım, yani ‹anne-bir› kardeşim olan) Aziz Çolak’ın 17 Kasım 1978’de bir pusuda katledilmesi beni derinden yaralamıştı. Çünkü Aziz Çolak gerçekten, birkaç şiirimdeki izlekten yakaladığınızı umduğum kadar olağandışı ve olağanüstü ‹güzel-insan’dı. Vurulduğunda yirmi üç yaşındaydı ve silahı değil eline almak, herhangi birini yakından bile görmemişti. İşte bu da, aynı durumdayken ölen yüzlerce Aziz Çolak’ın acısını hissetmemi, yazarken bu acıdan beslenmemi, sonra da bu acıyla hesaplaşmamı sağladı, sağlıyor. Bütün Aziz Çolak’ların aradıkları yarınlar bulunana ya da öğrenilene dek (uçbeyleri şairler olmak üzere) pek çok onurlu, aydınlanmacı ve devrimci-demokrat insanın bu hesaplaşmayı sürdüreceğine inanıyorum.

zaman

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 15:55 tarihinde gönderildi

bir gün / Sedat Demirkaya

gün batmadan atlar baharı sırtlar
üç günlük ömrünün uykularını taşır eylüle
ne yağmurlar ıslatır beni ne rüzgâr savurur
istemem sarı yaprakların geniz yakan hüznünü
zaman akar avuçlarımdan
tüketir ayrılıkların ömrünü

söyleşi: gökçen göksal

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 12:48 tarihinde gönderildi

Kuzey Yıldızı: Kitaplarınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu serüven nasıl başladı?
Gökçen Göksal: Bu süreç çok eskilere uzanır. Ortaokuldan beri araştırmacı bir yapıya sahibim. Okumaya, araştırmaya ve kendimi yazarak ifade etmeye meyilliydim. Düşüncelerinizi, ihtiraslarınızı, sevgilerinizi, kısacası her şeyinizi yazarak anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu durum zamanla sizde bir kültür oluşturmaya başlıyor. Kitaplarımın oluşumuna gelince; ilk kitabım «Devlete Dair» bir inceleme ve araştırma kitabı. Devletin tarihsel gelişimi üzerine 20’li yaşlarımda tamamladığım bir kitap. Neden devlet derseniz, ülkemizdeki insanların incelemeye korktuğu bazı konular vardır. Bunların başında devlet geliyor. Ben haddimi aşarak, her zamanki araştırmacı tutkumla bu konuyu incelemeye başladım. Kitabın tohumları lise yıllarında atıldı. Üniversiteyle birlikte düşüncelerim, araştırmalarım netleşti ve birleşti. Bu birikim «Devlete Dair»i oluşturdu. «İkilem» ise şiir diliyle bu birikimi birleştirmek demekti benim için. Duygusal izlenimlerimi ve dünyaya bakış açımı şiirin sonsuzluğuna bırakmak güdüsüyle «İkilem»i tamamladım.

KY: Şiirinizde pek çok defa felsefi ve dini terimlerle karşılaşmak mümkün. Okurunuzun şiirlerinizi anlamlandırabilmesi için bir çeşit felsefi donanıma sahip olması gerekiyor mu? Okurdan talepleriniz nelerdir?
GG: Okurun kitaplarımı değerlendirebilmesi için her şeyden önce bir dünya görüşüne sahip olması gerekiyor. Aynı zamanda dediğiniz gibi felsefi bir literatüre de hâkim olmalı. Felsefi sözcüğünü burada sadece eski düşünürlerden edinilen bilgiler anlamında kullanmıyorum. Okurun bir devinime, bir değişime sahip olması ya da bunlara bir gereksinim duyması lazım. Salt bir felsefe okurunun benim şiirlerimde aradıklarını bulamaması söz konusu olabilir. Ama bu, kitabımda kullandığım ve yer yer anlam sınırlarını zorlayan sözcüklerden değil, bu sözcüklere basarak kavramlara yüklediğim devrimci misyondan kaynaklanıyor. Ben her zaman için okurun belli bir düşün sistemine sahip olmasını isterim (düşünce sistematiği ne olursa olsun). Ne okumak istediğini bilen, nerede durması gerektiğini, nerede iradi müdahale gücünü kullanması gerektiğinin bilincinde olan bir okur tipolojisini düşünüyorum. Şiirde ve aslında genel anlamda yazım hayatımdaki bakış açım bu benim. Bir şeyleri değiştirmeye ihtiyaç duymalı benim okurum, bir şeylerin değişmesi gerektiği kanısı oluşmalı kafasında. O, değişmesi gereken bu konuya vâkıf olduktan sonra kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirebilme kudretine de sahip olmalı. Tarihe baktığımız zaman bir akış var. Tarihte hiçbir zaman boşluk yoktur. Savaşlar olur, devrimler olur, isyanlar olur, ama hiçbir zaman kırılma olmaz. Çünkü her şey birbirini etkileyerek devam eder. Geçmişin birikimi geleceğin olması gerektiği biçimde şekillendirilmesi açısından çok önemlidir. Benim okurum da bu tarihsel anlayış içersinden de kendisine bir yer edinmelidir.

kaçak prenses - vedat kamer

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 11:20 tarihinde gönderildi

Yıldız Tepesi Sarayı’ndan
kaçmış prenses
—Boğaz Köprüsü’nden geçen
bir otobüsün içinde—
mavi gözlü bir adamın
omzunda uyuyakaldı

Uykusundan kalkmış
—kaçak— prensesin yüzünde
isimsiz bir izdi
hangi rüyadan kaldığı bilinmeyen

Kahverengi gözlerini kaçırmış şair
düşünmekte: “Nasıl yazmalı ayrılığı?”

söyleşi: oruç aruoba

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 01:20 tarihinde gönderildi

Kuzey Yıldızı: Toplumumuz genellikle felsefeyi yadsıyan, ona dudak büken bir tutum içinde, felsefe ile delilik arasında bağlantılar kuruluyor. Sizce bu neden kaynaklanıyor? Gerçekten de felsefe ile delilik arasında bir yakınlık var mıdır?
Oruç Aruoba: Türkçe’de «deli saçması» diye birşey vardır — gerçekten de felsefi düşünceler, uzaktan bakınca, deli saçması gibi gözükür. Toplum, sağlıklı, aklı başında bireyler topluluğuysa, bunun içinde felsefeyle uğraşmak, gönüllü olarak tımarhaneye girmek gibi birşeydir. Öte yandan, felsefe yapmak, insan beynini hiç de alışık olmadığı bir yönde pek fazla zorlar; bu yüzden, bir noktada sigortası atabilir beynin. Felsefe tarihinde sahiden çıldırmış epey düşünür vardır; zihinsel bunalım geçirmemiş düşünür ise yok gibidir.

KY: Sizce felsefenin günümüzdeki yeri nedir?
OA: Felsefenin hiçbir ‹gün’de ‹yer’i yoktur — yersizdir felsefe. İşlevi ne olmalıdır, anlamında soruyorsan; insanların kafalarını karıştırmak. Ama bu hep böyleydi; bizim ‹gün’ümüzün bir özelliği değil; çünkü insanlar —hani şu sağlıklı toplum— hep yeniden kendine sahte düzenlilikler kurar; felsefenin işi de bu düzenlere çomak sokmaktır — koyunu sürüden çıkmağa ayartmak…

pusula - vedat kamer

Vedat Kamer tarafından Pt, 05/02/2007 - 23:27 tarihinde gönderildi

“Yaşamın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi. Kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme.” – Tezer Özlü

yağmur: Yağmur yağıyordu, geldin. Yağmur seni getirdi bana. İlk başta anlamadım, oysa sen güvenmediğin her sözcüğün yerine bir şeyler ekliyordun elinle. Ellerini seyrettim, seni seyrettim. Sonra bir vakit köprüaltındaydık. Birazdan gidecektin, sana sarılmayı düşündüm. Sen benim düşündüğümü yaptın. Kimse bana bu kadar sıkı sarılmamıştı. Daha sonra kalktık. Köprüüstünde yürüyorduk. Ellerini, ellerimin içine aldım; yorulmuşlardı. Acılarına saygı duyuyordum ve seni yağmura bıraktım. Gittin.
Şimdi yağmur tane tane yağıyor. Sen yağıyorsun. O ufacık damlalara sarılamadıkça kahroluyor içim.