söyleşi: gökçen göksal

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 12:48 tarihinde gönderildi

Kuzey Yıldızı: Kitaplarınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu serüven nasıl başladı?
Gökçen Göksal: Bu süreç çok eskilere uzanır. Ortaokuldan beri araştırmacı bir yapıya sahibim. Okumaya, araştırmaya ve kendimi yazarak ifade etmeye meyilliydim. Düşüncelerinizi, ihtiraslarınızı, sevgilerinizi, kısacası her şeyinizi yazarak anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu durum zamanla sizde bir kültür oluşturmaya başlıyor. Kitaplarımın oluşumuna gelince; ilk kitabım «Devlete Dair» bir inceleme ve araştırma kitabı. Devletin tarihsel gelişimi üzerine 20’li yaşlarımda tamamladığım bir kitap. Neden devlet derseniz, ülkemizdeki insanların incelemeye korktuğu bazı konular vardır. Bunların başında devlet geliyor. Ben haddimi aşarak, her zamanki araştırmacı tutkumla bu konuyu incelemeye başladım. Kitabın tohumları lise yıllarında atıldı. Üniversiteyle birlikte düşüncelerim, araştırmalarım netleşti ve birleşti. Bu birikim «Devlete Dair»i oluşturdu. «İkilem» ise şiir diliyle bu birikimi birleştirmek demekti benim için. Duygusal izlenimlerimi ve dünyaya bakış açımı şiirin sonsuzluğuna bırakmak güdüsüyle «İkilem»i tamamladım.

KY: Şiirinizde pek çok defa felsefi ve dini terimlerle karşılaşmak mümkün. Okurunuzun şiirlerinizi anlamlandırabilmesi için bir çeşit felsefi donanıma sahip olması gerekiyor mu? Okurdan talepleriniz nelerdir?
GG: Okurun kitaplarımı değerlendirebilmesi için her şeyden önce bir dünya görüşüne sahip olması gerekiyor. Aynı zamanda dediğiniz gibi felsefi bir literatüre de hâkim olmalı. Felsefi sözcüğünü burada sadece eski düşünürlerden edinilen bilgiler anlamında kullanmıyorum. Okurun bir devinime, bir değişime sahip olması ya da bunlara bir gereksinim duyması lazım. Salt bir felsefe okurunun benim şiirlerimde aradıklarını bulamaması söz konusu olabilir. Ama bu, kitabımda kullandığım ve yer yer anlam sınırlarını zorlayan sözcüklerden değil, bu sözcüklere basarak kavramlara yüklediğim devrimci misyondan kaynaklanıyor. Ben her zaman için okurun belli bir düşün sistemine sahip olmasını isterim (düşünce sistematiği ne olursa olsun). Ne okumak istediğini bilen, nerede durması gerektiğini, nerede iradi müdahale gücünü kullanması gerektiğinin bilincinde olan bir okur tipolojisini düşünüyorum. Şiirde ve aslında genel anlamda yazım hayatımdaki bakış açım bu benim. Bir şeyleri değiştirmeye ihtiyaç duymalı benim okurum, bir şeylerin değişmesi gerektiği kanısı oluşmalı kafasında. O, değişmesi gereken bu konuya vâkıf olduktan sonra kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirebilme kudretine de sahip olmalı. Tarihe baktığımız zaman bir akış var. Tarihte hiçbir zaman boşluk yoktur. Savaşlar olur, devrimler olur, isyanlar olur, ama hiçbir zaman kırılma olmaz. Çünkü her şey birbirini etkileyerek devam eder. Geçmişin birikimi geleceğin olması gerektiği biçimde şekillendirilmesi açısından çok önemlidir. Benim okurum da bu tarihsel anlayış içersinden de kendisine bir yer edinmelidir.

KY: «İkilem» adlı şiir kitabınızda «kırmızı bir gülün dikeninde saklıdır bazen hayatın aritmetiği» diyorsunuz. Hayatı anlamlandırma çabanızdan bahsedebilir misiniz?
GG: Burada beyaz bir gül de diyebilirdim. Ama kırmızı sıfatını gül sözcüğüne eklemlemeyi daha uygun buldum. Bunun altyapısını okur anlamıştır sanırım. Hayata bakış açım kendini ifade eden ve sürekli olarak kendini yenileyen bir bakış açısıdır. Var olduğumuz dünyayı, geçmişi ve geleceği değerlendirmek gerekiyor. Yaşadığımız dünyayı anlamlandırmalıyız. Olması gerekenleri ve olmamasını arzu ettiğim şeyleri ifade etmeye çalışıyorum. Bunun çeperinde kendi doğrularımızla ya da inandığımız değerlerle, yaşamın kendisiyle birlikte bütünleşen, inebildiğimiz kadar derinden bir örgü kurabilmek, birleştirebilmek bütün artı ve eksileri…

KY: Edebiyat ve felsefe disiplinlerinin sizdeki sentezi nedir? Bu sentez nasıl oluştu, herhangi bir disiplinin daha yoğun olduğu söylenebilir mi?
GG: Ağırlık her ikisinde de! Sanırım bu soruyu daha önceki çalışmalarımı inceleyerek hazırladınız. Sadece felsefe değil, tarih alanında ve ekonomide de belli bir bakış açısına sahibim. «Eski»de ve çeşitli dergilerde yazdığım makalelerde bununla karşılaşırsınız. İlk kitabım felsefe ve ikinci kitabım şiir kitabı olduğu için şiir ile felsefeyi bütünleştirdiğimi düşündünüz. Ama aynı zamanda benim kültürel havzamda tarih ve ekonomi de var. «İkilem» adlı kitabımdan örnek vermem gerekirse «peri feri» sözcüğünü kullanıyorum. Yarı sömürge demek «peri feri». Bu sözcük ekonomi kitaplarında sıkça rastladığımız bir sözcük değil. Ekonomiyle ilgilenenler bile bunu pek bilmezler. Kısacası insana ait olan her şeyin buluşma noktası benim yazınsal serüvenimin amacı.

KY: Şiirlerinizin içedönüklüğü var. Anlaşılamama gibi bir kaygı taşıyor musunuz?
GG: Anlaşılamama kaygısı fikir üreten her insanda vardır. Bire bir ilişkilerde de böyledir. Yazınsal anlamda bu korku daha fazla ön plana çıkıyor. Ama benim böyle bir korkum yok. Bu duruma biraz nihilist yaklaşmak gerekiyor. Doğru insanlar çoğunluk değil azınlıktır. Anlayan, algılayabilen, sorgulayan insan tipolojisi azınlıkta. Ama ben şunu öğrendim ki nicelik bir şey ifade etmiyor. Önemli olan niteliktir. Bu açıdan kolay tüketilen bir yazar olmak istemiyorum.

KY: Birkaç şiiriniz nispeten anlatıya yaklaşıyor. Bu konudaki ölçütleriniz nelerdir?
GG: «İkilem» adlı kitabımı oluşturan şiirleri yazarken anlatıyla şiiri birbirinden ayırt etmek gibi bir bakış açısıyla yola çıkmadım. Aslında kitapta aforizma tarzı da var. Bu dibe vurmuş bir seviyede ama vermek istediğim tadın içinde o da var. Bu tat kolay kolay yakalanacak bir tat değil. Birilerinin anlatı olarak nitelendirdiği şeyleri ben anlatı olarak görmüyorum. Benim kitabım için şiir dili kullanılmış düzyazılardan oluşuyordu diyebilirsiniz. Mesela şiirlerimde dizelerin uzun oluşu bazı okurlarımı böylesi bir tespite itmişti. Zaten anlatıyla şiiri keskin çizgilerle ayırmak diye de bir niyetim yok.

KY: Yazıyı somutlaştırırken, yaratım sürecinde ruhsal durumunuz nedir?
GG: Ben içine kapanık, sosyal ilişkilerde kendimi çok ön planda ifade etmeyen bir insanım. Arkadaş çevrem oldukça kısıtlı ve dar. Kendi iç dünyamda yaşamayı tercih ediyorum. Belki de beni üretken kılan olgu da bu.

KY: Sizi etkileyen şairler ve yazarlar kimlerdir?
GG: Pablo Neruda’nın güzel bir sözü var. «Benim yazdığım şiirlerde okuduğum bütün şairlerin etkisi vardır» diye. Şiirime sadece edebi bir dille yaklaşmıyorum. Benim şiirime etki eden çok önemli devlet adamları, bilim adamları ve sanatçılar var. Düşünce ağırlıklı insanlar… Ama şair olarak düşünüldüğünde İkinci Yeni akımının son dönemi ve bu dönem şairlerinin şiirleri etkilemiştir beni. Daha çok Fransız şairlerde vardır benim almak istediğim tat; bunların arasına Paul Celan’ı da katabiliriz

KY: Amatör edebiyat dergilerinin konumunu ve sağladığı olanakları nasıl buluyorsunuz? Bu dergilerin tavrı geleceği nasıl şekillendirir?
GG: Amatör edebiyat dergileri ülkemizde önemli bir damarı temsil ediyor. Her şeyden önce belli dergilere giremeyen şairler bu dergilerde kendilerini ifade etme şansı buluyor. Bu onlar için büyük bir kazanç. Ama amatör edebiyat dergilerini önemli kılan asıl şey, akıntıya karşı kürek çekmeleri, akıntıya karşı kürek çekecek cesarete ve yüreğe sahip olmaları. Salt şiir yayımlamaktan öte bir duruşu, tavrı ve söyleyecek sözü olması lazım. Bunun haricinde söylenen şeyleri yinelemenin lafügüzaf olduğu düşüncesindeyim. Eğer bir edebiyat dergisi yeni bir şeyler ortaya koyamayacaksa, okura yeni bir şeyler veremeyecekse ne sayfa tüketmeye ne de insanların kafasını ütülemeye gerek var.

KY: «Eski» dergisinde onuncu sayıdan beri koordinatörsünüz. Sorumluluklarınız ve karşılaştığınız zorluklar nelerdir?
GG: Dediğiniz gibi onuncu sayısından beri «Eski» dergisinin koordinatörlüğünü yürütüyorum. Ama bu, durumumun künyeye yansımasıdır. Aslında ben birinci sayısından itibaren fiili olarak derginin koordinatörüyüm. Bunun zorlukları hoş ve tatlı zorluklar. İnsanımızın edebiyata olan ilgisini gördükçe zorlukları unutuyoruz. Edebiyat dergisi çıkarmak çok güzel bir uğraş. Virüs gibi insanın içine girdiği zaman kolay kolay kopamayacağı bir şey. Ama tüm Türkiye geneline dağıtılan bir derginin büyük bir sorumluluğu var ve bu sorumluluğu da belli kişiler paylaşıyor. Durum böyle olunca üzerinizde bir hayli yük oluyor. Ama bu yük, bu coğrafya insanının içinde yaşadığı kültürel erozyondan ve kokuşmuşluktan daha ağır değil.

KY: Düne dayanarak bugünü yaşıyorsunuz. Yarınınızın bugün üzerinde etkisi var mı?
GG: Evet düne dayanarak bugünü yaşıyorum ve bunun nedeni geçmişteki o kokudan, atmosferden lezzet almam ve bugünkü yaşadığım dünyayı kabullenemememden kaynaklanıyor. Gerek teknolojinin insanlık üzerinde yaptığı o kafa karışıklığı, gerek ilişkilerdeki çirkeflik ve insan hayatına verdiğimiz önemin seviyesi; ben bunları sevmiyorum. O yüzden geçmişe bir özlem var. Bu özlem hiç tükenmeyecek bir özlem ama bunu yarın anlayacağız. Gelenek olmadan geleceğin olmayacağını düşünüyorum. Geleceğin de geçmişin köklerinden var olacağına inanıyorum. Yarın, geçmişin bize bıraktığı miras üzerinde yükselecektir.

KY: Yazının kalıcılığının avantajları nelerdir?
GG: Bir yazarın geçmişiyle bugününü kıyaslamaya yarar. Geçirdiği evreleri ve dönemleri incelememiz açısından önemlidir. Yani bugün burada söylediğimiz sözlerin havaya uçmaması ve daha ilerki yıllarda üçüncü şahıslara karşı bir durum değerlendirmesi yapılabilmesine yardımcı olması gibi, yazarın kendini tanımlamasında ve tamamlamasında da yazının önemli bir yeri vardır. Yazı bir değerlendirme aracıdır.