seni beklerken - arzu çur

Vedat Kamer tarafından Çar, 07/02/2007 - 18:30 tarihinde gönderildi

İsmail Hakkı’ya

Kaç kere çaldı şu zil. Kaç kere vuruldu kapı. Ya sucuydu gelen, ya kandil kutlaması.

Seni beklerken çalıyor en çok telefon:
– Alo?
– Ahmet’i versene!
– Yok burada Ahmet. Ahmet kim hem?
– Orası jandarma değil mi?

Değil. Burası jandarma değil. Burası beklenenlerin gelmediği bir adres amca. Arama burayı. Şanssızlığım bulaşmasın oğluna.

Seni beklerken çok uzuyor zaman. Bu zamanı, diyorum, artırsam kıyısından köşesinden, kullanırdım seninle birlikteyken.

Biriktirmek için bir pembecik kuyruğu olan domuz kumbara edinirdim seramikten. Metal, bildik kumbaraları beğenmez ki zaman.

Amerikan filmlerindeki sarışın, parlak yüzlü, sağlam dişli çocukları ve onların sarışın, güzel annelerini nasıl saklıyorsa hâlâ film karelerine, domuz kumbara benim fazla zamanlarımı da saklardı, lütfedip beğenirse.

Yine çalıyor zil. Çocuklar.

– Kandiliniz mübarek olsun teyze.
– Sizin de çocuklar. O bana uzattığınız avuçlarda ne var?
– Yok bir şey. Hiçbir şey yok. Onun için uzatıyoruz sana.
– Ben sevgilimi bekliyorum. Bir daha baksanız, olamaz mı avucunuzda?
– Yok teyze. Ceplerimizde de yok. Alt kattakiler baktırmıştı ona da.

Para bekleyen ellerine şeker dolduruyorum çocukların. Metalinden bile olsun kumbaraya inanmayan yeni bir hayatın çocukluğu onlar. Enflasyon çocukları. Ters ters bakıp gidiyorlar.

Seni beklerken geçmiyor zaman. Boş bir yastık kılıfı gibi işe yaramaz, sarkıyor ellerimden. İçine televizyonu tepiyorum. Asmalı Konak’ı, Deli Yürek’i, Melek’i, Ekmek Teknesi’ni, Çocuklar Duymasın’ı. Elimdeki kumanda aletiyle, kötücül zamanı kovalayan yirmi birinci yüzyıl silahşoriçesiyim ben. Konağı asmalar yutuyor, deli yürek iyice dellenip meleğe kafa atıyor, o arsız çocuklar ekmekleri birbirine atıyor. Geçmiyor zaman.

Işık hızıyla geziyor kumanda aletinde parmaklarım, ekran kararıyor.

Telefon çalıyor. Sen misin?

– Alo?
– Merhaba hanımefendi. Bir anketimiz vardı da. Beş dakikanızı alabilir miyiz?
– Beş olmaz.
– Kaç olur?
– Kırk beş desek? Var mı uygun anketiniz?

Yok. Öyleyse benim de beş dakikalık zamanım yok. «Başınızdan Atmak İstediğiniz Fazla Zamanları Ne Yapardınız?» konulu bir soruşturma yapsanıza. Sonuçlarından beni de haberdar ederseniz vatana millete değilse de yaralı bir yüreğe yardım etmiş olurdunuz. Güzel kardeşim.

– Fazla zamanlarınızı ne yapıyorsunuz?
– Kırpıp kırpıp yıldız yapıyorum. Kah kah kah!

– Fazla zamanlarınızı…
– Yok kardeşim, yok bizde zaman maman. Hepsini kapıcıya verdik, ona sor inanmazsan.

– Fazla zaman…
– Sende varsa bana ver güzel kızım. Bu yıl seksenime bastım.

– Fazla…
– Bence de fazla oluyorsunuz artık. Bu akşam kaçıncı anket bu? Bıktık!

Kalpsiz insanlar diyarında yaşıyorum, belli. Umurlarında bile değil sensizlikten yayıldıkça yayılan zamanı nasıl toplayabileceğim.

Oysa bana sorsaydı anketörler, «Fazla Zamanlarımızı Beklenen Sevgililere Saklamanın Yolları Nedir Sizce?» deseler, hevesle yanıt verir, özenle doldururdum boşlukları. Dilimin ucunu yumuşak kurşun kalem edip, yine yumuşak bir silgiyle düzelterek hataları, söylerdim:

– Özenle saklayın.
– Naftalin! Evet naftalin!
– Derin dondurucu da olabilir, tabii. Özellikle içine bir parça defne ekleyip dibine de şöyle hafif bir zeytinyağı gezdirirseniz ilk günkü tazeliğini yıllarca korur.
– Verniklerseniz yaldızları da dökülmez hem.
– Çatlamaması için bademyağı ya da arko kullanın.
– Arada çıkarıp havalandırmayı ihmal etmeyin.
– Tozun önüne geçebilmek için, havasını boşalttığınız naylon poşetlerde saklamak en iyi çözüm.

Pencereme biri vuruyor. Sen misin? Geldin mi?

– Kusura bakmayın. Camınıza çarptı sepet. Bakkaldan deterjan alacaktım da.
– Olsun. Alın, zararı yok. Sepetinize bir bakmamda sakınca var mı?
– Birini mi bekliyorsunuz?
– Hı hı. Sevgilim gelmedi.
– Ah ah! İhsan Bey de böyle gelmemezlik etmişti yıllar önce bir gün. Zor. Çok zor.
– Hiç mi gelmedi yoksa?
– Bir yıl bekletti beni. Şimdi her akşam üstünden kilitliyorum kapıyı. Gitti mi gider bunlar kardeş, gelmezler bazen geri.

Sen geleceksin, biliyorum. Beni bekletmeyi sevmezsin. Evimizi seversin. Beni seversin. Yapmam gereken tek şey, şu geçmeyen zamanı bitirebilmek.

Eskişehir’deki çocukluğumda çeşmeden su içilmezdi. Bu yüzden sokaklarda atlı sakalar su taşırdı. Bizim sokağın atının adı Zaman’dı. Yaşlıydı. Dizlerinden kocaman kemikler fırlardı. Kısacık sokağı neredeyse bir günde geçerdi. İşte o ata benziyor benim de zamanım.

İçimden bin kere «Geç zaman» diyorum. O kadarlık geçiyor. Bu sefer «Zaman geç» diyorum iki bin kere. O kadarlık da öyle geçiyor.

Buzdolabından bir demet maydanoz alıyorum. Yapraklarıyla fal bakıyorum. «Geliyor, gelmiyor». Kitapları açıp sayfalarını sayıyorum. «Geliyor» diyor yapraklar. «Geliyor» diyor sayfalar.

Kapı çalıyor. Geldin!

– Buyurun komşu, kokmuştur.
– Ne zahmet ettiniz? Nedir bu?
– Fazla zaman. Taze taze sardım ellerimle. Yiyiverin soğutmadan.

Al bakalım. Yine en başa döndüm işte. Elimde sensiz geçirmek zorunda olduğum bir sürü zaman. Ne yapacağım bunu, sen yanımda olmadan?

Bir temiz beyaz kâğıt çekiyorum önüme. Başlığına «Seni Beklerken» yazıyorum özenle. Bu öyküyü yazıyorum. Bitince geleceksin, biliyorum.

Bitti öyküm. Kapı çalıyor. Sen misin?

27 Kasım 2002